Zırh gibi gördüğüm kardeşlerim vardı. Heyhat!
Düşmanlarım oldular. Onları keskin ok zannederdim.
Öyleydiler de; 𝐚𝐦𝐚 𝐨 𝐨𝐤𝐥𝐚𝐫, 𝐛𝐞𝐧𝐢𝐦 𝐤𝐚𝐥𝐛𝐢𝐦𝐢 𝐝𝐞𝐥𝐝𝐢𝐥𝐞𝐫
Şamil'in adı bilinmeyen bir Arap şairinden alıntısı.
Batılılaşmak, Batı irfanı ile kaynaşmaksa, Batılılaşmamıştık. Batı medeniyeti liberalizme dayanıyordu, liberalizm sanayileşen Avrupa'nın, başka bir deyişle burjuvazinin dünya görüşüydü. Bizde ne sanayi vardı, ne burjuvazi...
Meriç, her yazdığında kendi medeniyetinden ne anladığını, olabildiğince epik bir dille anlatmaya koyulur. Evvela İslam'ı ve onun en müthiş temsili olarak kabul ettiği Osmanlı'yı yekpare bir medeniyet olarak sahiplenir. Politik ve toplumsal çatışmanın filizlendiği bir dönem olan 1967'deki bir yazısında, toplumsal hafızaya seslenerek "Bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslamiyet olmuş. Biolojik değil, moral bir vahdet. Yani vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi." der. Bu hususta iddialı, coşkulu kıyaslamalar yapmaktan da hiç geri durmayan romantik düşünür, yeri geldiğinde "Türk İslam medeniyeti ahlaka, feragate dayanan bir medeniyet, gerçekleştirdiği değerler edebiyattan da, felsefeden de, ilimlerden de muazzez," diyerek, Batı'nın ilmini, fennini, tekniğini, var ettiği değerleri bir kağıt gibi yırtıp atar.19 Bu tepkisel tavır, Meriç'in Türk muhafazakarlığına enjekte ettiği ve hala tam anlamıyla aşılamayan bir kötü huy olarak, dikkate şayandır.
Modernleşme serüvenimizin başlangıç evresının aydını olan Şinasi'nin aksine, Batılılaşma ve muasır medeniyet seviyesine çıkma gayretinin yüz yıldır yaşandığı bir topluma seslenecek olan Cemil Meriç (1916- 1987), ilk yazılarını Şinasi'den yine yüz yıl sonra; 1940'larda yazar. O da Aydınlanmacı-hümanist memur-aydınlar çevresine