Zaten birçok Türk evinde böyle bir suskunluk vardı, geçmiş konuşulmazdı.
Sanki o korkunç olaylardan söz etmek, her şeyi yeniden başlatacakmış gibi...
Türkiye’de hemen her konuda, her kurumda sorunların çözülmesinden çok üstünün örtülmesine
öncelik verilmesi, acaba bu alışkanlığın sonucu ortaya çıkan bir durum muydu?
Bu memlekette, Kürt sorunundan yoksulluğa, hemen her meselede bir görmezden gelme, yok sayma
alışkanlığı vardı. Bir muhalif kişi bunlardan söz ederse, sanki sorunları o yaratmış gibi ona öfke
duyulurdu. Farklı düşünmek, çok zaman düşman kabul edilmenin nedeni olurdu.
Toplum olarak, sessiz bir sözleşmeyle susma kararı alınmış, yaşananlar genç kuşaklara
aktarılmamıştı. Bu iyi miydi, kötü müydü bilemiyorum. Hiç kimseye düşman olmadan yetiştirilmiştik.
Bu işin iyi tarafıydı ama bir de geçmişimiz konusundaki korkunç cehaletimiz vardı.
Ash sosyal medyada iletişim kurdukça yalnızlaştığımız inancındaydı.
"Bu yüzden artık herkes birbirinden nefret ediyor," diyerek fikrini belirtmişti. "Çünkü arkadaşları olmayan arkadaşların aşırı yüklemesine maruz kalıyorlar. Dunbar sayısını duymuş muydun?"
Sonra da Oxford Üniversitesi'nden Robin Dunbar diye bir adamın, insanların en fazla yüz elli kişiyi tanıyacak şekilde programlandığını keşfettiğini ve bunun avcı-toplayıcı toplumların ortalama nüfusu olduğunu anlatmıştı.
İnsanlar şehir gibiydi. Bazı kötü yönleri var diye bütün şehirden nefret etmezdiniz. Sevmediğiniz yanları, birkaç tane tehlikeli ara sokağı ve mahallesi olabilirdi ama bir şehri yaşanır kılan şey iyi yönleriydi.