Şimdi, Mihail Bulgakov üzerine küçük bir araştırma yapmaya kalksanız, muhtemelen şu minvalde cümlelerle karşılaşacaksınız: döneminin toplumsal yapısına ayna tuttu, yazmış olduğu eserlerinde Sovyet Rusya'nın hantal bürokratik yapısını hicvetti, gerçekle, gerçeküstü arasında kurguladığı metinlerinde hem döneminin ahlaki yapısını eleştirdi hem de yaratmış olduğu fantazi dünyasına okurlarını davet ederek, onları oldukça tuhaf ve eşine zor rastlanır bir gezintiye çıkardı... Yanılmıyorsam, bunların benzeri şeyler söylenmiştir yazar hakkında. Elbette benim görüşlerimde bu yönde. Gizem üretmek de ve ilginç karakterler yaratmak da eşsiz bir dehaya sahip Bulgakov. Fakat bir okur olarak ben eşsiz bir zekâ ve kavrayışa sahip miyim? Hiç sanmıyorum. Her defasında büyük bir hevesle elime alıyorum Bulgakov eserlerini, çoğunlukla ilk sayfaları zevkle çeviriyorum, yarıya doğru geldiğimde, bir de bakmışım, o da ne, metnin içinde kaybolmaktayım. Ne anlatıyordu bu adam, bunlarda kim ola ki, nereden çıktılar, daha da önemlisi konuyla ne ilgileri var!... İşte Bulgakov okurken ki, acınası hâlim bu şekildedir.
"Şeytani" İsimli Bulgakov yapıtı, küçük bölümler halinde kaleme alınmış uzun bir öyküdür aslında. Yazarın başyapıtı sayılan "Usta ile Margarita" eserinin konu olarak değilse de tarz olarak (bana göre) aynısıdır. Yani yine şeytan figürümüz var, yine kedimiz, yine gizemli bir olayımız ve pek tabii olarak bolca olağandışı karakterlerimiz var. Velhasıl kahramanın peşine takılıp oradan oraya savruluyoruz. O kurum senin, bu kurum benim geziniyoruz...