Ne var ki daha çocuktum. Çoğu büyüğüm olan insanlarda bir güzellik, bir iyilik ve bir doğruluğun bulunduğuna inanıyordum. Her nedense ben de dahil, kayıktakilerin çekmiş oldukları güçlükleri ve işkenceleri hep dünün ve bugünün gel geç fenalıkları ve çirkinlikleri ve bu gecenin kâbusu addediyordum. Yarınınsa mutlaka göklerde ve denizlerde gördüğüm güzelliğe denk güzellikte ve iyilikte olacağına —zincir kemiğime bel bağladığım kadar ‐ inanıyordum. Gördüğüme nasıl inanmazdım ki; gördüğüm güzellikler, bu dünyayı habis bir ruhun yaratmadığını bana, göz göre göre doğruluyordu.
Yıldızlarda, annemin evde patlattığı mısır buğday kokusunu andıran bir sıcakkanlılık vardı. Sanki göklere avuç avuç mısır taneleri savrulmuştu. Güney gecesinin ateşli koynuna değen taneler, neşe ve ateşle patlayan yürekler gibi çat pat çakıyorlardı.
O an, biz Ege balıkçıları artık şuralı veyahut buralı değildik; kâinatın temasını derilerimizin üzerinde duyuyorduk, kâinatlıydık artık. Denizlerle, dağlar taşlar ve yıldızlarla birlikte hep çocuktuk...
“İnsanın parası olmalı da çoluğu çocuğu koca bir kayığa doldurmalı; bugün bu koya demir atmalı, yarın öteki koya palamar bağlamalı. A canım, çoluk çocuk biraz dünya yüzü görsün”