Büşra Alkışlar

Türk demokrasisi neden Batı Avrupa demokrasilerinden farklıdır?
Bu noktada şu soru akla gelebilir. O halde Türk demokrasisi neden Batı Avrupa demokrasilerinden farklıdır? Bu sorunun yanıtı basittir. Çünkü Batı Avrupa demokrasilerine düşen görev ile Türk demokrasisinin üstlendiği görev farklıdır. Avrupa demokrasilerin işlevi, kurulu bir düzen içindeki farklı menfaat gruplarını dengede tutmaktır; Türkiye'deki rejim ise, önce devleti ve toplumu yapılandırmakla, sonra da bu çerçevede ortaya çıkacak menfaatleri dikkate almakla yükümlüdür.
Sayfa 212 - Tarihçi KitabeviKitabı okudu
Reklam
Türk devrimi, alışılmışın dışında, çok farklı bir devrimdir; ne Fransızların Bastille baskınına, ne Rusların iç çalışmalarına benzeyen olaylar, ne de faşist ve nasyonal-sosyalist rejimlerin iktidarı ele geçirmelerinden önce yıllarca sürdürdükleri yasaya aykırı eylemler vardır Türk devriminde. Otoriter, disiplinli ve neredeyse yasal bir yapıya sahip olan Türk devrimindeki tek yasadışı hareket, 1920 seçimleridir, ki buna da yasal bir karakterler verilmesi ihmal edilmemiş, düşman istilası nedeniyle çalışamaz durumda olan mevcut yönetimin yetkilerini zorunlu ve geçici olarak Büyük Millet Meclisi'nin devraldığı 29 Nisan 1920 tarihinde ilan edilmiş ve bu olağanüstü hal yasasına dayanan yeni Türk devletinin hukuku, yasal yollardan hiç sapmadan geliştirilmiştir.
Sayfa 154 - Tarihçi KitabeviKitabı okudu
...Sonuçta bu haklar adına, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan insanlar iki sınıfa ayrılmış oldular. Birinde her hakka sahip olanlar, yani yabancılar; diğerinde ise ancak yabancıların izin verdiği haklara sahip olanlar, yani yerliler vardı.
Sayfa 88 - Tarihçi KitabeviKitabı okudu

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Gelenek Nedir?
Gelenek nedir ? Gelenek, geleceği inşa etmek için geçmişi yorumlamak, geçmişte yaşananları değerlendirerek geleceğin kuruluşunda faydalı olacak unsurları geçmişin karanlığına itilecek olanlardan ayırmak, yani seçmek ve ayıklamaktır.
Sayfa 49 - Tarihçi KitabeviKitabı okudu
Ekonomik açıdan ülkenin en hareketli bölgesinde, Rumların yaşadığı sahil kentlerinde denizaşırı en uzak ülkelerle bile ilişki kuruluyordu ama, yüksek dağların arkasındaki, birkaç kilometre uzaklıktaki şehirlere pek aldırış edilmiyor, İç Anadolu giderek ıssızlaşan bir sürgün diyarına dönüyordu. Ve sonunda İç Anadolu'nun en önemli merkezlerinden biri olan Ankara'dan, şu atasözü ulaştı İstanbul'a: Keçi bile, ancak bağlanırsa kalır Ankara'da.' Osmanlı padişahları, şöhretlerinin ve kudretlerinin doğduğu toprakları, sahibi oldukları imparatorlugu altı yüzyıl boyunca en temiz kanıyla besleyen Anadolu'yu, sonunda bu duruma getirdiler.
Sayfa 47 - Tarihçi KitabeviKitabı okudu
Reklam
Hadisler Hk.
Sahte hadislerin çoğu belli bir dini ya da siyasi konumu güçlendirmek adına uyduruluyor ve yaygınlaştırılıyorlardı. Özellikle halifeliği iktidarlarına karşı kullanılabilecek olanlarla aklın sınırlarını daraltanlar popülerdi. Dokuzuncu asır itibariyle hadis uydurmak adeta bir endüstri haline gelmişti. Hem dini hem de din dışı konularda uydurma hadislerle savaşlar yapılıyordu. Muhammed 632'de vefat etmişti. Bu tarihten neredeyse yüz elli sene sonra kadar hadislerin toplanma süreci hız kazanmıştı. Alman araştırmacı Joseph Schact hepsi olmasa bile hadislerin çoğunun izinin en fazla sekizinci asra kadar sürülebildiğini iddia etmektedir. Mesele bu olsun ya da olmasın, asıl derleyicilerin hiçbirisi sözlü geleneğin özgünlüğünden şüphe duymamışlardı. Hadis derleyiciliği yapanların çoğunun Orta Asyalı olduğunu ve ilk derlemelerin Merv'de yapıldığını daha önce belirtmiştik.
Sayfa 322 - KronikKitabı okudu
754'de Abbasilerin halife ilan ettiği Mansur bütün rakip güçleri ve aykırı inançları yok etmeyi kafasına koymuştu. Ebu Müslim'i Orta Asya'daki güç merkezinden koparmak maksadıyla Suriye valisi olarak tayin etmişti. Başına örülen çorabın farkına varan Ebu Müslim aykırı görüşlerinden vazgeçtiğini bildiren kendini küçültücü bir mektup yazmıştı.Bu acınası adımı yeterli bulmayan ve bir darbe yapılmasından korkan Mansur Orta Asya'daki rakibini haince bir yola başvurarak öldürtmüş ve cesedini de Dicleye attırmıştı. Ardından Ali'nin oğlu ve Muhammed'in torunu olan Hüseyin'in soyundan gelenlerden öldürebildiği kadarını öldürmüştü. Bu peygamber torunlarının naaşlarını kuruttuktan sonra her birinin kulağına etiketler mühürleterek sarayın gizli bir odasına yerleştirmiştir. Hugh Kennedy, When Baghdad Ruled the Muslim World (Londra,2004), s.16
Sayfa 182 - KronikKitabı okudu
Öte yandan bölgede inançları sadece vahiy ya da hadislerin üzerine bina edenler vardı. İslam'ın ikinci kaynak kitabı olan hadis külliyatı bir Orta Asyalıya, Buhari'ye aitti ve Sünnilerce (keza Şiirlerin de ekseriyetince) değişmez kabul edilen diğer altı hadis kitabının beşi de Orta Asyalılar tarafından derlenmişti.
Sayfa 56 - KronikKitabı okudu
İslam Hukuku Hk.
Hukukta Arap fatihlerinin Orta Asya'daki yaklaşımları benimsemekten başka seçenekleri yoktu. Kaldı ki sulama gibi bazı hayatı meselelerde ne Kur'an ne de Arapların göçebelikten gelen tecrübeleri biz söz söyleyebiliyordu. Hatta Kur'an'da hakkında çok sayıda ayet olan evlilik ve boşanma hukuklarıyla ilgili olarak bile fethin hemen sonrasındaki dönemde İslamiyet öncesi kurallar geçerliydi. Mesela bu iki mesele de Zerdüştlük hukuku şekillendiriciydi. Bu noktada Ibn-i Sina'nın hem Zerdüşt talebeleri olduğunu hem de bir Zerdüştlük metnini Arapçaya tercüme ettiğini hatırlatmakta fayda vardır.
Sayfa 147 - KronikKitabı okudu
Diamond'a göre insanlar muhtaç oldukları tabiatı yok ettikleri zaman medeniyetler çöker.
Sayfa 82 - KronikKitabı okudu
Reklam
Halbuki aleyhimizde verilen hükümlerin sebepleri çok kere bizim kusurlarımız değil, bize bakanların görüşlerini bulandıran kendi hisleri, acizleri ve öfkeleridir. Zalim size zulüm etmekteki sebebi kendi fena kanında bulur. Sizi ısıran köpek siz ısırılmaya müstahak olduğunuz için değil, kendisi kuduz olduğu için ısırır. Onun için ehemmiyetli olan şey sizin ısırılmanız değil, kendisinin ısırmasıdır.
Acı verici gerçekler
Japonlar kesinlikle dünya üzerindeki en gururlu ve milliyetçi toplumlardan biridir. Eserleri ile, yaptıkları ile gurur duymayı isterler, bu yüzden iyi yaparlar... Milliyetçilikleri kahvede okey oynayıp galeyana geldiklerinde kurt başı işaretini gözünüze sokmakla sınırlı değildir. Üretirler, katkıda bulunurlar, “en iyi” olduklarını somut bir şekilde ispatlarlar. Ülke sevgileri slogancı değil, yapıcıdır; “Ya sev ya terk et” yerine, “Seviyorsan gereğini yerine getir” felsefesi hâkimdir. Yani, “Japon yapmış”tır. Japonya’da üretilen malların en kalitelileri iç tüketim içindir. Orada gördüğünüz otomobilleri, elektronik eşyayı, ev aletlerini başka ülkelerde göremezsiniz. Bu malları ihraç etmeye tenezzül bile etmezler. Yeni teknoloji bir ürün satın almak istediğinizde “Japan only!” (Sadece Japonya içinde kullanılacak şekilde üretilmiştir) derler. Sony’nin tanıtım mağazalarından birini gezip eşine benzerine rastlamadığım yüksek kaliteli ses ve görüntü sistemlerinin satıldığını görünce tezgâhtara yanaşıp bilgi istemiş, Avrupa’ya uygun voltaj ve standartlarda alıp alamayacağımı sormuştum. “Japan only” demişti; yeni bir ürün çıkardıklarında öncelikle kendi halkına sunuyor, teknoloji eskiyip ayağa düşünce de dünyanın geri kalanına lütfediyorlardı. Askerdeki Mersinli arkadaşımın bana, ürettikleri limonların en iyilerini nasıl ihraç ettiklerini, Avrupalıların kabul etmeyeceği limonları da iç piyasaya kakaladıklarını anlattığını hatırlayınca daha da kahrolmuştum.
Totemcilik Hk.
Peki, kültürümüzde totemciliğe rastlıyor muyuz? Hem de çok sıklıkla – her ne kadar bu hastalığa yakalanmış insanlar çoğunlukla kendilerinin ruh hastalıklarıyla ilgili bir yardıma ihtiyacı olduğunu düşünmese de. Kişisel adanmışlığı devlete ya da bir siyasi partiye karşı olan, değer ve doğruluk ölçütleri yalnızca devletin ya da partinin çıkarları olan, kendi grubunu simgeleyen bayrağı kutsal bir nesne olarak gören biri de klan ve totemcilik dinine sahiptir her ne kadar kendi gözünde bu (elbette kendini ilkel dinlere adayan herkesin de inandığı gibi) son derece akılcı bir sistem olsa da. Faşizm ya da Stalinizm gibi sistemlerin nasıl olup da milyonlarca insanı etki altına aldığını ve onları kendi bütünlüklerini feda etmeye hazır kılıp bir ilkeye –“benim ülkem, haklı ya da haksız”– bağladığını anlamak istiyorsak bu yönelmenin totemciliğe özgü, dinsel niteliğini göz önünde bulundurmalıyız
Bazı Dinsel Deneyim Türlerinin Bir Çözümlemesi
Nevroza iki açıdan yaklaşılabilir. İlki nörotik olguların kendileri, belirtileri ve nevrozun ürettiği belli yaşamsal güçlükler üzerinde odaklanır. İkinci açıysa nevrozu ilki gibi olgulara dayalı olarak ele almaz, olumsuzluklar üzerinde durur; nevrozlu bireyin insan var oluşunun temel hedeflerini —bağımsızlığını ve üretme, sevme, düşünme yeteneklerini— gerçekleştiremeyişini ele alır. Olgunluğa ve bütünlüğe eremeyen kimse şu ve ya bu şekilde nevroza yakalanır. O bu başarısızlıktan canı sıkılmamış ve yemekten, içmekten, uyumaktan, cinsel doyuma sahip olmaktan ve işini yapmaktan tatmin olmuş bir halde “adamakıllı yaşıyor” değildir; eğer durum bu olsaydı elbette elimizde dinsel düşüncenin—arzu edilebilir olsa da—insan doğasının kendine has bir parçası olmadığına dair bir kanıt olurdu. Ama insan üzerine incelemeler böyle olmadığını gösteriyor. İnsan enerjisini kendi üst benliğinin hedefleri doğrultusunda toplayamazsa daha düşük hedeflere yöneltir; eğer kafasında dünyanın ve kendisinin dünyadaki konumunun gerçeğe yaklaşan bir resmi yoksa göz boyayıcı bir resim yaratır ve bu resme dogmalarına inanan bir dindarın inatçılığıyla sıkıca sarılır. Elbette “insan yalnızca ekmekle yaşamaz”. İnsan sadece dinin ve felsefenin iyi ve kötü, daha üstün ve daha aşağı, doyurucu ve yıkıcı biçimleri arasında seçme şansına sahiptir.
İşsizlik Hakkında 3
"Canım, işsizlikle ilgili tüm bu saçmalıklara inanmıyorum. Neden mi? Daha geçen hafta bahçeyi otlardan temizlenmesi için bir adam tutmak istedik ve bir bulamadık. Çünkü çalışmak istemiyorlar, hepsi bu!" Beş yıl önce her çay saatinde duyduğumuz bu cümleler artık fark edilir şekilde daha az sıklıkla duyuluyor.
İşsizlik Hakkında 2
Orta sınıftan insanlar hala işsizlik yardımıyla geçinen tembel işsizlerden bahsediyorlardı ve "İsteseler bu adamların hepsi iş bulabilir." diyorlardı ve bu fikirler doğal olarak işçi sınıfının kendisine de yansıyordu. Serseri ve dilencilerle ilk kez karıştığımda, aşağılık birer parazit olarak görmem öğretilen bu insanların yaklaşık dörtte birinin, düzgün genç madenciler ve pamuk işçileri olduğunu keşfetmemin bana verdiği şaşkınlığı hala hatırlıyorum. Bunlar kaderlerine, tıpkı tuzağa düşmüş bir hayvan gibi sessiz ve şaşkınlıkla bakan isçilerdi. Ne yaşadıklarını anlayamıyorlardı. Çalışmak için yetiştirilmişlerdi ve işte!
Reklam
İşsizlik Hakkında
Ancak işsizliğin evli ya da bekar herkesin, kadınlardan çok erkeklerin üzerinde öldürücü, zayıflatıcı bir etkisi olduğundan şüphe yok. En zeki kişiler bile buna karşı çıkmaz. Bir veya iki kez gerçek edebi yeteneğe sahip işsiz adamlarla tanışmıştım......Dünya kadar boş zamanları varken, neden oturup kitap yazmıyorlar ? Çünkü kitap yazmak için sadece konfor ve yalnızlık yetmez, aynı zamanda iç huzurunuzunda da olması gerekir; ayrıca yalnızlık, bir işçi evinde zor elde edilecek bir şeydir. Renksiz, uğursuz işsizlik belası üzerinize yapıştığı sürece, hiçbir şeye dikkatinizi veremez, herhangi bir şeyin yaratılması için gereken ümit dolu ruh haline bürünemezsiniz.
1. Dünya savaşı öncesi ve sonrası İngiltere
Küçük ev sahiplerinin genellikle en kötüler olduğunu keşfettim. Belki de böyle olması beklenebilir. Bunu söylemek hoş değil ama neden böyle olması gerektiği anlaşılmaktadır. İdeal olarak gecekondu mahallesinin en kötüsü, fahiş kiralardan muazzam bir gelir elde eden şişman, kötü adam, tercihen bir piskopostur. Aslında, hayatı boyunca yaptığı tüm birikimleri üç gecekondu evine yatıran, bunlardan birinde oturan ve diğer ikisinin kirasıyla yaşamaya çalışan ve sonuçta hiçbir zaman onarım için parası olmayan zavallı yaşlı bir kadındır.
Sayfa 61 - Venedik YayınlarıKitabı okudu
Varoluşsal Boşluk
...Örneğin, "Pazar günü nevrozu"nu yani hafta içinin yoğun işlerinin telaşından sıyrılan ve kendi içlerinde bir boşluk belirginleştiği zaman yaşamlarının içerikten yoksun olduğunun farkına varan insanların yaşadığı tatil depresyonunu ele alın. Birçok intihar olayı, bu varoluşsal boşluğa (vakuma) bağlanabilir. Depresyon, saldırganlık,uyuşturucu vb alışkanlığı gibi bu türden yaygın olguları, bunların altında yatan varoluşsal boşluğu kavrayamadığımız sürece anlayamayız.
Trajik Bir İyimserlik Tartışması
..."haz ilkesi" denilen şey daha çok neşe yok edicidir. Bir bireyin anlam arayışı başarılı olduktan sonra bu onu mutlu kılmakla kalmaz, ona acıyla başa çıkabilecek bir yeti de kazandırır..... Toplama kamplarındaki davranış ise, sabahın beşinde kalkıp işe gitmeyi reddeden, bunun yerine barakada sidik ve dışkıyla ıslanmış samanların üzerinde yatan tutuklularının davranışıdır . Hiçbir şey ne uyarılar ne tehditler, bu insanın fikrini değiştirmiyordu . Bunun yerine, ceplerinde sakladıkları bir sigarayı çıkartıp içmeye başlıyorlardı . Bunu gördüğümüz an, bu insanların kırk sekiz saat içinde öleceğini biliyorduk. Anlam yönelimi geri çekilmiş ve sonuç olarak anlık haz arayışı duruma egemen olmuştur. Bugün be gün karşımıza çıkan bir başka duruma benzemiyor mu ? Bununla, dünya çapında kendilerine "no future"( geleceksiz) kuşak adını veren gençleri düşünüyorum. Elbette sığındıkları şey sadece bir sigara değil, uyuşturucular. ......Genç kuşakta böylesine yaygın olan kitle nevrozu sendromunu bir düşünün; -depresyon, saldırganlık ve uyuşturucu vb. alışkanlığı-
Sayfa 151Kitabı okudu
Bu noktada Batılı filozoflardan ayrılıp bizim Doğu dünyasına yönelmek istedim. Şirazlı Sadi'nin insanı nasıl tarif ettiğini not ettim defterime: " Yek katre-i hûnest ve sâd hezârân endîşe " , yani "Bir damla kan ve bin endişe." İşte unutmayı başaramayan insanların trajedisi bu sözlerde gizliydi. Ömrünü endişeyle tamamlamaya ve sürekli acı çekmeye mahkûm olan bir zavallı ruh. Nietzsche'den yaklaşık altı yüzyıl önce Mevlana diyordu ki : Geçmişi unut Koy bir kenara Yeni bir sayfa aç Kurtar benliğini dünden Bugünün çocuğu ol Bütün bilgeliği ve gülümseyişiyle gençliğin Şu anı hiç terk etme ne olur Sonsuza uzanan şu günü, terk etme.
Sayfa 186Kitabı okudu
Faust ölürken - uzun yaşamına dönüp bakarak - " Öyle güzelsin ki, dur, kal biraz! Çağlar geçse silinmez Yaşadığım günlerin izi Öyle büyük bir saadeti sezmekteyim ki Şimdi tadına varıyorum en yüce anın. " Faust ölür, şeytan : Geçti! Ne saçma söz! Neden geçmiş? Geçmişle hiç olmamış aynı şey! Niye ki bu bitmek bilmez yaratış, Yok olacaksa her yaratılmış! " Geçip gitmiş!" Yani neymiş? Ha olmuş, ha olmamış Olmuş gibi dönüp durmuş Sonsuz boşluk en iyisi bence.
Reklam
Bu sıradan, bu sürprizi bulunmayan, bütün günleri birbirinin aynı olan hayatın aslında hayat değil, gerçek bir hayat için kaba bir prova olduğunu düşünüyorum! Böyle olunca televizyonda da herhangi biri şaşırtıcı bir şey söylediği ya da yaptığı zaman herkes o adama yöneliyor. Yoksa neden bir insan saçını kırmızı boyasın ki! Belli ki sıkılmış adam! Herkesin içindeki herkes gibi biri olmaktansa " şu kırmızı saçlı adam " olmayı seçmiş!
Sel YayıncılıkKitabı okudu
Ammonitlerin Şansı
Bu kitabı yazanın pullu bir canlı değil de tüylü bir iki bacaklı olması, memelilerin herhangi bir hikmetinden çok dinozorların şanssızlığının bir sonucu.
Sayfa 113 - Okuyan usKitabı yarım bıraktı
Resim