Sade ol, yavan ol, hamal ol, anlamaya değil, anlamazdan gelmeye, anladığını belli etmemeye ağırlığını koy. Anlayıp ne yapacaksın, ha, bir devan mı var, anladığın gördüğün insanoğlundaki hemen her şey maraz, kalp karası ve hastalıktır…
İnsanlar bir kör döğüşü içinde bulunduklarını gizliden gizliye sezer dururlar, ama hem doğar doğmaz karşılaştıkları saldırılar hem de kendilerine bu saldırıları göğüslemede yardımcı olan güçlerin bizatihi saldırgan tutumları her birini çok yıldırdığı için ilk ve aslî çabalarından fazlasına el uzatamazlar: Yaşayabilmek, hayatta kalmak.
…fizik dünya, bizim anlamlar ve değerler dünyamızın korunması ve devam edebilmesi için kullandığımız gereçlerden ötede bir önem taşımaz. Değerlerimiz uğruna ölür ve öldürürüz.
İnsanların yaşama hakkı ve imkânı, fizik dünyanın kaçınılmaz zorlamaları yüzünden değil, düşünceler ve kabuller dünyasının gerekleri yüzünden doğar. Hiçbir insan bir diğerini eli, ayağı, beyni vardır diye “var” kabul etmez. Bir insanı diğeri için var kılan, karşısındakinin kendisiyle kurduğu anlam bağıdır.
Dünyaya gelmek, bir saldırıya uğramaktır. Doğan bebek, havanın ciğerlerine olan saldırısının verdiği acıyla haykırır. Soğuk saldırır bize, sıcak saldırır. Açlığın, hastalığın, korkunun saldırılarını savuşturma yoluyla yaşarız, hayatta kalırız. Yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir. Bir gün son nefesimizi verdiğimizde bize yapılan ilk saldırıyı tamamen püskürtmüş oluruz. Savaş bitmiştir.
We ain't what we want to be, and we ain't what we're going to be, but we ain't what we wuz.
Güney Carolina dağlılarının bir atasözü
Bu kitabı, intihar eden birkaç arkadaşıma ve paranoyadan, şizofreniden mustarip birçok arkadaşıma ithaf ediyorum. Onlar, öyle sanıyorum ki çağımızın (belki de bütün çağların) belâsını en yakından görecek noktaya yaklaşmışlardı. Bu tehlikeli noktadan salim bir bölgeye adım atmaya yeltendiler belki; belki tekinsiz hareketleri yüzünden meşum bir darbeyle devrildiler. Onlara isabet eden yıldırım bana çarpmadıysa, bunu önce şiir binasının saçağı altına sıçrayacak ataklığı göstermiş olmama ve sonra siyasî anlamda bir bağlanmanın hayat içindeki karşılığını arama çabasına borçlu olduğuma inanıyorum. Şiir ve siyaset, bana verilen tekinlikti. Dolayısıyla bu kitabın konusunu şiirin ve siyasî bağlanmanın birbirine geçiştiği bölge veya bölgeler oluşturacak. Hemen bildirmem gerekir ki, size sistematik bir temellendirme sunacak değilim. Böyle bir şey yapmayı hem istemiyorum, çünkü yaparsam dile getirme gereğini duyduğum hususlarda kesip biçmeler, eğip bükmeler, kırpmalar ve eklemeler yapmak zorunda kalacağımı görüyorum; hem de sistematik bir temellendirme için elverişli yöntemi henüz ele geçirdiğimi sanmıyorum. Burada, oluşmakta bulunan bir zihniyetin hikâyesini, bu oluşumdan en çok ve doğrudan doğruya etkilenen birinin kaleminden okuyacaksınız. O halde önünüze karmakarışık bir yığın bırakıyorum. Doğrusu onu orada ben de öyle bulmuştum.
“Dürüst adamın hayatı sana yakışacak mi bir dene, hayatın kendi payına düşen kısmından memnun olan, adil davranışlara ve şefkatli yaratılışa sahip şu adamın yaşamını.”
“Eğer kişi başka bir insanı gerçekten seviyorsa, ölümün bu kişi tarafından olabilecek en az acıyla atlatılmasını ve onun ölümünün kederinin de kendisi tarafından bir o kadar az çekilmesini temenni etmelidir.”