T.

Salı'yı Çarşamba'ya bağlayan gece, yani sabahında maznunlar hakkındaki kararın açıklanacağı gece... Yer: Ankara Hapishanesi'nin o muzdarip koğuşu... Müdafaanamelerini hazırlamaları için mazlumlara tanınan bir günlük sürenin sonuna yaklaşılmaktadır. Herkes bir şeyler karalamakla meşgul. Bütün bunlar olurken iki kadim dost var ki onlar farklı alemlerdedirler. Ali Haydar Efendi (rahimehullah) Fetih Suresi'ni okuyor ve mutat sayıya delalet etsin diye her okuyuşunda karyolaya bir çizik atıyor; Atıf Hoca (rahimehullah) ise sekiz sahife olarak yazdığı müdafaanamesini elinde büzmüş bekliyordu. Ali Haydar Efendi (rahimehullah): 'Atıf Efendi! Rüyada şeyhimi gördüm, bana 33 defa Fetih Suresi'ni okumamı işaret buyurdular, bu vesileyle -inşaallah- halas bulacağımı telkin ettiler. Siz de okuyun. Hakkınızda talep edilen mahkumiyet Allah'ın izniyle kalkar' -Atif Efendi: 'Ben de Kainatın Efendisini gör düm. Bana, 'Yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla uğraşıyorsun?' dedi." Atıf Efendi'nin cevabı üzerine etraf bir anda sessizliğe bürünür. Nasıl olur da müddeiumuminin 3 yıl hapis istediği bir davada idam kararı çıkar?! Akıl, mantık böyle bir hükmü kabullenemiyordu. Fakat rüyada görülen Allah Rasûlü'ydü, O haber vermişti. -Atif Hoca: 'Göreceksin, yarın beni asacaklar, çünkü haberi Allah Rasûlü verdi.
Reklam
İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sırruhu) buyuruyor ki: "İnsanın batını, zahirini tamamlamaktadır. Zahir ile batın, birbirinden kıl kadar ayrılmaz. Meselâ ağız ile yalan söylememek Şeirat'tır, yalan söylemek arzusunu zahmet çekerek, uğraşarak kalpten çıkarmak Tarikattır, yalan söylemenin kalbe gelmemesi de Hakikattır. Görülüyor ki batın işi, yani Tarikat ve Hakikat, zahir işini, yani Şeriat'ı tamamlamaktadır." (Mektubat, 1/ 54, 41. Mektub)
Sayfa 270
Sultan Abdulhamid Han'dan Ali Haydar Efendi'ye bir kese altın hediye...
Ali Haydar Efendi'nin baş muhatab olarak katıldığı Huzur Dersleri'nden birisidir. Dersin mukarriri ise Tikveşli Yusuf Efendi'dir. Tikveşli, -her zaman ol- duğu gibi yine dersten önce Ali Haydar Efendi'den (rahimehullah) siyasi açıklamalar yapmaması ya da bu meyanda sorular sormamasını rica eder. Fakat Meşrutiyet'le gelen
Sayfa 53 - Sultan'ın hediye ettiği bu kese, Ali Haydar Efendi'nin (rahimehullah) hanımının çeyizinde, onurlu duruşun bir şahidi olarak yıllarca durmuştur.Kitabı okuyor

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Ali Haydar Efendi (rahimehullah), kendini ziyarete gelen bir hocaya şöyle demiştir: "Mahrem ol da sana peçeyi kaldırsınlar." Muhatabı bunun ne anlama geldiğini sorunca şöyle demiştir: "Nasıl ki bir hanımın damadı olduğunda, hanım sana peçeyi kaldırıyor, tıpkı bunun gibi hakikatin de mahremliği vardır. Hakikate yabancı kalırsan Cenâb-ı Hakk'ın esma ve sıfat perdeleri açılmaz; sen de ilim diye yalnız sahifelerin üzerindeki 'siyah çizgiler'le avunursun."
"Efendi Babam bir defasında şöyle dedi: 'Mahmud! Sana müstehabı öğreteyim: Mesela, sen bana yüz bin lira borç versen, sonra ben onu sana geri iade etsem; senin için bu mu sevgilidir, yoksa hiç borcum olmadığı halde kendiliğimden sana hediye olarak yüz lira vermem mi? İşte farz, vacib olan ibadetler borç; sünnet, müstehab olan ibadetler ise hediye mesabesindedir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulur: 'Nafile, müminin Rabb'ine hediyesidir. ... "
Reklam
"İnsanoğlu, helal ile haramı ağzı ile ayırt edemez. İnsan için helalinden pişirilmiş tavuğun tadı ile çalınmış tavuğun tadı aynıdır. Haram ile helal arasını ancak şeriat ayırır."
Milletin ruh köküne yabancı olanlar bir defa Batıya amele olmayı kabul etmişlerdi ya; onlara göre Batılı adamın imzasını taşımayan bir hukuk sistemi mükemmel de olsa muteber değildi. Bu yüzden üniversitelerde Batılı hukuk profesörlerine kürsüler açanlar, Ali Haydar Efendi'ye (rahimehullah) zindanı layık(!) görmüşlerdi. Fakat bir gün Ali Haydar Efendi'ye ve yol arkadaşlarına layık oldukları itibarı iade edecek nesil, üzerine borç olan vazifeyi mutlaka îfâ edecektir.
Üstad, temel İslâmî ilimleri okutmanın yasaklandığı, dini kitapların yakılarak ya da satılarak imha edildiği tek parti döneminde, İslâm adına ümitsizliğe kapılan mazlum millete tesellide bulunurken -ni'meti tahdis kâbilinden- şöyle demiştir: "Ne zannediyorsunuz! Bu dinden bir nokta bile eksiltemezler. Muhal farz, dört mezhebin bütün kitaplarını ortadan kaldırsalar, Allah'ın izniyle onların tamamını en küçük ayrıntısına varıncaya kadar yeniden ve aynen yazmaya mâlikim."
"Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez; Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez. İçeride bir has oda, yeri samur döşeli; Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez. Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada, Bütün fani lezzetlere darılmadan geçilmez. Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne, topyekun? Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez. Kayalıklı boğazlarda yön arayan bir gemi; Usta kaptan kılavuza varılmadan geçilmez. Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berheva; Yer çökmeden, gök iki şak yarılmadan geçilmez. Geçitlerin, kilitlerin yalnız O'nda şifresi; İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez!"
Cennet gibidir İstanbul...
يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ أَرْضِي وَاسِعَةٌ فَإِيَّايَ فَاعْبُدُونِ "Ey Benim îmân etmiş kullarım! Gerçekten Benim (kürre-i) arzım pek geniştir. Bu yüzden (bir yerde Bana ibâdet imkânı bulamıyorsanız) Bana, sâdece Bana kulluk (edeceğiniz yere hicret) edin." (el-Ankebût Süresi:56) Ey kullarım! Beyoğlu'nda ibâdet edemiyorsan Fâtih'e git. Orası da Benim, Ben seni oraya çivi ile çakmadım. Benim arâzim çok geniştir. Evinden ayrıl, yerinden, odandan, çiftliğinden, bağından ayrıl. Bunlardan sebep dîninden tâviz verme. Yerinden ayrılacaksın, dîninden ayrılmayacaksın. Din seninle gelecek. Bizim vatanımız dînimizdir. İstanbul mühimdir yalnız! Çünkü Ebû Eyyüb (Eyüp Sultan) (Radıyallahu Anh) (burada) yatıyor. Peygamber Efendimiz (Sallellahu Aleyhi ve Sellem)in misafirperveri. Bilelim kadrini. Cennet gibidir İstanbul. Bu kadar evliyâ, pâdişah yatıyor, Kur'ân'a teslim olmuş insanlar yatıyor. Kur'ân'dan fetvâ almadan iş yapmayan insanlardır onlar.
Sayfa 241 - 16. Sohbet
Reklam
Terâcîm yazarları, hacimli tabakât kitaplarının yanı sıra, yalnız bir âlimin hayatını anlatan müstakil eserler de telif etmişlerdir. Bunda, sonraki alimlerin, öncekilerin hayat hikayelerini Allah Teâlânın ordularından bir ordu olarak görmeleri ve onlar vesilesiyle dostlarının kalplerinin güçleneceğine inanmaları etkili olmuştur. Ebû Hânîfe (rahimehullah) bu hakikati şöyle ifade etmiştir: "Alimlerden ve onların güzelliklerinden bahsetmek, bana fıkhın büyük bir kısmından daha sevimli gelmektedir. Çünkü onların hayat hikayelerinde -insanlar için önem arz eden- edepleri ve ahlakları vardır."
Ama şunu anladım ki yazar benden daha özgürdü. Benim sınırlarım, hudutlarım, mecbur olduklarım vardı ama onun yoktu. Görmek sınır koymaktı belki de... Peki ya ben, olmayan bir şeyi, mesela burada olduğu gibi kibri bir fotoğrafın içine sığdırabilir miydim? Hayır. Benim işim görünen dünya ileydi. Görüyorsam olurdu görmüyorsam olmaz. O an anladım ki yazmak sırlı bir hal. Benim yaptığımdan çok daha sırlı ve çok daha efsunlu.
Sayfa 103Kitabı okudu
"Ama insan anlamaz, bilmez acziyetini. Azken çok olduğunu, hiçken hep olduğunu, yokken var olduğunu zanneder. Zanneder de kendine zulmeder. Böylece büyüyecek, böylece çoğalacak ve böyle yükselecek zanneder. Oysa küçüldükçe büyür insan, azaldıkça çoğalır, eksildikçe artar."
Sayfa 144Kitabı okudu
Devrin Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid Han, Niğbolu zaferinden sonra Allah'a şükür nişanesi olarak Bursa'da Ulu Cami'yi yaptırmaya başlamıştı. Caminin inşası sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyacını Somuncu Baba temin etti. Câminin inşası bittikten sonra, bir Cuma günü açılış merasimi yapılacağı ilan edildi. O gün başta
Sayfa 186Kitabı okudu
Somuncu Baba hazretleri ile Emir Sultan'ın ilk tanışması:
Somuncu Baba hazretleri fırının önünde ekmeklerin pişmesini bekliyordu. Başında yeşil bir sarık üzerinde nohudi renkte bir elbiseyle bir genç adam geldi. Elinde küçük bir çömlek vardı. Göz göze gelmişler bir tek kelime etmemişlerdi. İki büyük şahsiyet hiç konuşmadan tanışmışlardı. Emir Sultan çömleği pişirmesi için Somuncu Baba'ya verdi. Somuncu Baba çömleği fırına sokmak istedi fakat çömlek fırına girmiyordu. Bunun üzerine Emir Sultan'a dönerek: "Bu çömleği ancak sen fırına sokabilirsin" dedi. Emir Sultan çömleği fırına sürdü fakat fırın soğuktu. Ateş yoktu fırında, fırın yanmıyordu. Buna rağmen Somuncu Baba fırının kapağını kapatarak: Merak etme birazdan pişer, biraz sonra çömleğini alırsın" dedi. Böylece iki gerçek dost birbirini bulmuş; Emir Sultan Somuncu Baba hazretlerinin feyzinden yararlanmaya başlamış ve gerçek sırrına vakıf olmuştu.
Sayfa 185Kitabı okudu
176 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.