Bir yüze bakmak bir anlamda el falına bakmaya benzer. Bir insanın yüzü doğduğu zamandakiyle aynı değildir, zamanın akışı içinde çevresel faktörlerle gitgide şekillenir; öncesi ve sonrası birbirinden farklıdır.
Bir kütüğe tutunmuş halde akıntıya kapılmış, sürükleniyordum. Etraf zifiri karanlıktı; gökyüzünde ne bir yıldız ne de ay vardı. O kütüğe tutunmayı sürdürdüğüm sürece boğulmazdım ama o an neredeydim, nereye doğru sürükleniyordum bunlar hakkında tek bir şey bilmiyordum.
“Şu meşhur eski deyişi biliyor musun? ‘Yoksulluk kapıdan girince aşk pencereden uçar.’ Çoğu insan hep yanlış anlıyor. Bu, erkeğin parası bittiğinde kadının ondan ayrıldığı anlamına gelmez. Şu demek: bir adamın parası bittiğinde… kalbini kaybeder, değersizdir. O kadar zayıflar ki gülemez bile, garip bir aşağılık kompleksine kapılır, çaresiz kalır ve kadını kendinden uzaklaştıran o adam olur. Bu noktada yarı delirir ve uzaklaşana kadar itmeye, itmeye ve itmeye başlar.”
Bizi ayıran temel fark ise, benimkinden farklı olarak, onun soytarılığının tamamen bilinçsiz olması ve kendi trajik doğasından tamamen habersiz olmasıydı.
Eşitlik tutkusu kısmen anonimlik tutkusudur: kumaşı meydana getiren iplerden biri olma; bir ipliğin diğerinden ayırt edilememesi. Böylece kimse bizi işaret edemez, bizi diğerleriyle kıyaslayıp kusurlarımızı açığa çıkaramaz.
Dışarısı çirkinleştikçe, bir kaplumbağa gibi kapanmıştım sert kabuklu kendime. Ağırdı kendim, ezilmiştim. Ne kimseyi içeri almış, ne de dışarı çıkabilmiştim. Mahpus kalmıştım adına emniyet dediğim o müemmen sürgüne. Kendi kendime. Dünyaya karşı uyuşmuştum böyle böyle.
Çünkü insan denen illet, bütün fiyakasının ardında, vurulmayı bekleyen sakat bir at yalnızlığına nöbet tutuyor. Evrendeki en hacimli kalabalığı, yalnızlıktan gebermek üzere olan insanlar oluşturuyor.