İlk muharebede subaylar beni siper korkuluğundan çekiyordu, her şeyi bizzat görmek için kafamı sarkıtıyordum çünkü. Garip bir merak vardı içimde, çocukça bir merak... Naiflik! Kumandan bağırır: "Er Semyonova! Er Semyonova, çıldırdın herhalde! Vay anasını... Öleceksin!" Bunu anlayamıyordum: cepheye daha yeni gelmişim, nasıl öldürebilirlerdi ki beni? Ölümün ne kadar sıradan olduğunu ve hiç insan ayırt etmediğini bilmiyordum henüz. Yalvarsan da yakarsan da nafileymiş meğer.
Kitaplığını komple okuma listesine alıyorum sanki. "Dur ya Fırat bu sefer ne okumuş? Bi' bakayım şu incelemelere, alıntılara." diyorum ve okuyacaklarıma eklenin üstüne tek tık.
- Apartman girişindeki lambayı sen mi kırdın Bülent?
+ Hangisini?
- Otomatik yanan, sensörlü lamba.
+ Hayır.
- Komşu görmüş, yalan söyleme. Süpürge sapıyla kırmışsın dün gece.
Önüme baktım.
"Neden kırdın?"
Cevap yok
"Hasta mısın evladım? Söyle bana, neyin var, neden kırdın lambayı, yapma böyle."
"Kırdımsa kırdım, ne olacak! Çok mu değerliymiş?"
"Lamba senden değerli mi evladım, lambanın amına koyayım, lamba kim? Yöneticiye de dedim. Lambanızı sikeyim, kaç paraysa veririz. Sen değerlisin benim için."
"Beni görünce yanmıyordu baba."
"Nasıl ya?"
"Görmezden geliyordu, yanmıyordu. kaç sefer yok saydı beni."
"E beni görünce de yanmıyordu bazen, böyle el sallayacaksın havaya doğru, o zaman yanıyor."
"Hadi ya! Sahiden mi?"
"Evet. Ucuzundan takmışlar.Bizimle bir alakası yok!"
Babama sarıldım, yıllar sonra.