Ahmet Yasin Zincir

Bu kitabın temelini negatif (ya da eksi) uyumsuzluklar oluşturmaktadır. Biz Tarım Devrimi'ni izleyen kültürel değişimlerin insan türüne birçok artı uyumsuzluklar sağladığını düşünüyoruz; zira nüfusumuz arttı. Daha fazla yiyeceğe, daha iyi hijyene ve daha uzun bir yaşam süresine sahibiz. Ama tüm bunlar aynı zamanda yeryüzünde yaşayan her birey için daha iyi, daha sağlıklı ve daha mutlu bir yaşam anlamına da geliyor mu? Sapiens isimli kitabında Tarım Devrimi'ni “tarihin en büyük hilekârlığı” şeklinde tanımlayan İsrailli yazar Harari'ye göre, ortalama bir insanın hayatının bu devrimden itibaren mutlaka daha iyiye gittiği iddia edilemez. Biz bunun nedenini ilkel beynimizin anonim şehirler, sosyal eşitsizlik ve iş stresinden oluşan yeni bir dünyada yolunu kaybetmiş olmasına bağlıyoruz. Artı uyumsuzluklar da beraberlerinde birtakım rizikolar getirir, çünkü içinde yaşadığımız lüks, konfor ve bolluk dünyasında eski beyinlerimizle çoğu zaman ne yapacağımızı bilemeyiz. Değişen çevremizin çeşitli riziko ve tehlikeleri beraberinde getirdiğinden yola çıkarsak dikkatimizi özellikle eksi uyumsuzluklara yöneltmekte ve bunları "uyumlu" hâle getirmeye çalışıp beynimizin genetik çıkarlarımız doğrultusunda doğru seçimler yapmasını sağlamakta fayda olduğu görülür.
Reklam
Tarım devrimi
Sanki insanlar aynı anda kendi kendilerine "yanımda yetiştirmek varken niye bifteklerin arkasından koşturayım ki" demişler gibi bu dönüşüm Mezopotamya'dan Meksika'ya hemen hemen aynı anda gerçekleşmiştir. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan çiftçilerin kendi kullanımlarından daha fazla üretmeye başlaması geniş kapsamlı bir ticarete
Tarih öncesi dönemlerde çocukların eğitimi tabii ki okul sıralarında gerçekleşmiyordu. Biraz yürümeye başladıkları andan itibaren "çocuklar grubu'"na alınırlardı. Bu grupta neredeyse yetişkin bir yaşa gelmiş olanlara kadar her yaştan çocuk olurdu. Gruplar oldukça küçük olduğundan fazla sayıda aynı yaştan çocuğun mevcut olma ihtimali çok azdı. Günümüzde aynı yaştan çocukların okul sınıflarında ya da spor takımlarında sık sık büyük gruplar hâlinde bir araya getirilmesi, evrimsel açıdan aşırı bir rekabete yol açabilecek bir düzenlemedir ve çocukları birbirlerinden bir şeyle öğrenmeye de teşvik etmez. Çocukların eğitiminin bir bölümünden anne baba sorumlu olsa da önemli bir bölümünü grubun diğer yetişkinleri üstlenirdi; sonraki dönemlere kıyasla yetişkinler genelde çocuklara pek sert davranmazlardı. Çocukların bu tür ortaklaşa bakımına antropolojide "cooperative breeding" denir. Günümüzde ebeveynlerin kendi çocuklarının eğitimine neredeyse hiç karışmadığı avcı-toplayıcı toplumlar vardır. Bu toplumlarda çocuklar anne babaları tarafından herhangi bir hata konusunda uyarılmadıkları gibi herhangi bir tehlikeye karşı da koruma altına alınmazlar. Tüm bunların farkına kendi kendilerine varmaları gerektiğinden yola çıkılır. Düşmanca bir ortamda hayatta kalabilmeleri için çocukların kendi başlarına tehlikeli durumlarla karşı karşıya kalmalarının önemli olduğu düşünülür.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Pespaye bir siyasi kutuplaşmadan sürekli bir karşılıklı suçlama orjisine dönüşen yüzeysel tartışmalara, kurallara uymamaktan her alanda hâkim olan kasabalı kurnazlığına ve akademiden sanata her yerde kendini gösteren taklitçiliğe birçok vasatlık emaresi işte hep bu zihinleri şehirlere adapte edememekten kaynaklanıyor. Ve her ne kadar ülkemiz çok hızlı bir şekilde değişse ve en azından fiziki şartlar iyileşse bile kendimizi geliştirmek bize düşüyor. Zihinlerimizi köyden kente getirip hayatı sadece maddi değil, manevi ve estetik olarak da anlamlandırmayı başaran bireyler olmak için yapmamız gereken ilk şey de okumak. Dahası doğru şeyleri okumak.
Sayfa 292Kitabı okudu
Zihnen Göçememek
Elimizdeki tüm veriler, köyden kente göçün yakın zamanlarda gerçekleştiği ülkemizde, iki yüzyıllık çabaya rağmen okuma oranlarının hâlâ çok düşük olduğunu gösteriyor. Bizce bunun esas nedeni, köyden kente göçün "zihnî" olarak değil, "fiziki" olarak gerçekleşmesi. 1927-1950 arası dörtte bir olan şehirli oranı, 2012 yılında dörtte üçe çıkmış olabilir ancak ne yazık ki halkımız sağlam bir burjuva kültürünü tesis edecek "zihnî göç"ü (beyin göçünden farklı bir kavramdan bahsediyoruz!) hâlâ gerçekleştirememiş görünüyor. Yüz seneden az bir süre içerisinde altı kat artan bir nüfusa plansız ve dolayısıyla çarpık bir kentleşmenin eklenmesi, ortaya “-mış gibi yapan" bir orta sınıf çıkardı. Taşradaki üniversiteler ne kadar üniversiteyse şehir hayatına uyumu Instagram'a havalı fotoğraflar atmak, manasız yabancı isimlere sahip pahalı restoranlarda yemek yemek ya da son moda elbiseler giymek sananlar da o kadar burjuva. Woody Allen'ın Small Time Crooks'unda abartılı bir zevksizlikle döşenmiş bir salonun ortasında duran arp misali, havalı ancak emanet duruyoruz çoğumuz metropollerde.
Sayfa 290Kitabı okudu
Reklam
Fala İnanma, Falsız da Kalma...
Bugün evden çıkmadan önce başımıza bir iş gelmeyeceği yönünde bir garanti aramıyoruz belki ancak aynısını doğayla ve binbir türlü talihsizlikle mücadele etmek zorunda kalan dedelerimiz için söyleyemeyiz. Her dört çocuktan birinin bir yaşından, diğerinin ise ergenliğe ulaşmadan öldüğü; salgın hastalıkların şehirli nüfusun yarısını Tahtalıköy'e yolladığı; savaşların, korsan saldırılarının ve eşkıyaların sürekli insanların canına ve malına kastettiği; biraz geç yağan yağmurun köylüleri açlığa mahkûm ettiği bir ortamda insanların hayata tutunmak için geleceği bilmek, hatta belki de büyü ve dua ile onu manipüle etmek istemesinden doğal ne olabilir? Sadece fakirler ve çaresizlerden söz etmiyoruz; sosyal piramidin en tepesindekiler bile talih kuşunun insafına kalmış çoğu kez. Yavuz Sultan Selim'in sözünü bir çıbana geçiremediği için Rabbine biraz vakitsiz yürüdüğünü biliyoruz mesela. Kardeşlerini ortadan kaldırmak ve babasının tahtına geçmek için binbir manevraya başvurmuş, ömrü savaş meydanlarında geçmiş, kritik fetihler yapmış, kısacası ince eleyip sık dokumuş bu cihan imparatorunun tüm planlarının böyle basit bir hastalıktan dolayı suya düşmesi, belirsizliğin insan motivasyonunu nasıl düşüreceğine güzel bir kanıt olacaktır.
Sayfa 281Kitabı okudu
Çalışmak ya da oynamak; işte bütün mesele bu!
Tom, hayat o kadar da boş değilmiş, dedi kendi kendine. İnsanı harekete geçiren kanunların en büyüklerinden birini keşfetmişti farkında olmadan: Bir adamın ya da çocuğun bir şeyi çok istemesini sağlamak için o şeyi erişilmesi güç bir hale getirmek yeter. Tom da bu kitabın yazarı gibi büyük ve bilge bir filozof olsaydı, iş denen şeyin mecburen yapılan bir şey, oyunun ise mecburen yapılmayan şey olduğunu anlayabilirdi. Bu da neden yapay çiçek yapmanın ya da ipte cambazlık etmenin çalışmak, kuka devirmenin ya da Mont Blanc'a tırmanmanın eğlence olduğunu anlamasına yardımcı olurdu. İngiltere'de bazı zengin beyefendiler yazları dört atlı arabalarla günde yirmi otuz mil yolculuk ederler, çünkü bu ayrıcalık onlara epeyce paraya mal olur; ama birisi çıkıp da onlara bu iş için ücret önerseydi artık yaptıkları şey çalışmak olurdu ve derhal istifa ederlerdi.
MODERN BİREY KABUL EDEMİYOR ama insan özünde dışlayıcı bir varlık. Kendi gibi olmayana tahammülü az. Bu da ırkçılık, cinsiyetçilik ve yabancı düşmanlığı gibi eskiden problem olmayan ancak modern bir toplumun kabul edemeyeceği marazlara karşı her an dikkatli olmamız gerektiğini gösteriyor bizlere. Modern insanın kibri bazı kazanımların temelli olduğunu düşündürtebilir ancak 1914 öncesinde teknolojinin ilerleme ve mutluluk getireceğini düşünen burjuvaların Birinci Dünya Savaşı ile nasıl derin bir ümitsizliğe savrulduğunu ve bir on yıl sonra faşist ve otoriter idarelerin medeniyetin beşiğinde nasıl bir anda mantar gibi türediğini hatırlatalım. Aklın ve mantığın yerini Dadacı saçmalık bosuna almadı kısacası.
İnsan kendi gibi olmayandan kaçınarak bulaşıcı hastalık riskini de minimize etmiş oluyor aslında. Tarih boyunca birçok milletin yabancı bir milletin ismiyle anıldığını unutmayalım. Bizim “Frengi" dediğimiz hastalık mesela. Aslında Osmanlıcada bu kelime tüm Batılılar için kullanılır ama burada direkt Fransız demek olsa gerek; zira bu hastalığı
Reklam
Bir keresinde tekerlekli sandalyeye bağımlı bir adamla ilgili bir hikaye duydum. Kısıtlanmanın zor bir şey olup olmadığı sorulduğunda adam,"Ben sandalyeme mahkum değilim, "diye karşılık vermiş. "Sandalyem beni özgürleştiriyor.O olmasaydı yatağa bağlı yaşardım ve evimden asla çıkamazdım." Bakış açısındaki bu kayma, her günü yaşama şeklini tamamen değiştirmiş.
Toplumbilimciler, bir davranış ile ilgili iç sorumluluğu onu dış baskılar olmadan yaptığımızı düşündüğümüz zaman kabul ettiğimizi belirlemiştir. Büyük bir ödül bir dış baskıdır. İstenilen davranışı yapmamızı sağlayabilir ancak bu davranışlar için iç sorumluluk almamızı sağlamamaktadır. Dolayısıyla onlara bağlı hissetmeyiz. Aynı şey güçlü bir tehdit için de geçerlidir. Anında itaat sağlayabilir ancak uzun süreli bağlılık sağlamayacaktır. Bütün bunlar çocuk yetiştirme konusunda önemli noktalardır. Yani, çocuğumuzun inanmalarını istediğimiz şeyleri yapmaları için onları tehdit etmemeli veya rüşvet vermemeliyiz.
Evrim insan beynini kendi kendisini doğru bir şekilde algılaması için değil, hayatta kalmamıza yardımcı olması için tasarlamıştır. Kendimizi ve dış dünyayı gözlemler, gördüklerimizden idare etmemize yetecek kadar anlam çıkarırız. Kimilerimiz belki hayatta daha iyi kararlar vermek, belki daha verimli bir hayat sürdürmek, belki de sırf meraktan kendimizi daha iyi tanımak isteriz; kendimize dair içgüdüsel düşünceleri aşmanın yollarını ararız. Bunu yapabiliriz. Bilinçli zihnimizi bilişsel yanılsamalarımızı belirlemek ve aşmak için kullanabiliriz. Zihinlerimizin nasıl işlediğini hesaba katacak şekilde bakış açılarımızı genişlettiğimiz takdirde, kim olduğumuza dair daha aydınlanmış bir bakış açısı kazanabiliriz. Ancak kendimizi daha iyi anlamaya çabalarken dahi, zihnimizin doğal dünyayı algılama tarzı çarpıksa, bunun bir sebebi olduğu gerçeğini dikkate almaya devam etmeliyiz.
Sayfa 256Kitabı okudu
“Boşluk doldurmak" terimi genellikle bir insanın anılarındaki bir boşluğu, doğru olduğuna inandığı bir uydurmayla doldurmasını anlatır. Fakat bizler aynı zamanda duygularımiza ilişkin boşlukları da uydurduklarımızla doldururuz. Bu eğilim hepimizde vardır. Kendimize yahut arkadaşlarımıza "Neden bu arabayı kullanıyorsun?”, “O adamdan neden hoşlanıyorsun?" yahut "Şu fıkraya neden güldün?" gibi sorular sorabiliriz. Araştırmalar bu tür soruların cevabını bildiğimizi sandığımızı gösteriyor ama aslında çoğu zaman bilmiyoruz. Kendimizi açıklamamız istendiğinde bir tür iç gözleme benzer şekilde, gerçeği aramakla uğraşırız. Fakat ne hissettiğimizi bildiğimizi sanmakla birlikte, genellikle ne içeriğini ne de bu içeriğin bilinç dışı kökenlerini biliriz.Böylece gerçek olmayan yahut yalnızca kısmen doğru olan, inandırıcı açıklamalar bulur ve onlara inanırız.
Sayfa 252Kitabı okudu
Bir piyasa araştırmacısının kabusuna benziyor: Insanlara bir ürünle yahut paketiyle ilgili fikirlerini sorarak nelerin hoşlarına gittiğini anlamaya çalışın; size içten, ayrıntılı ve empatik, harika açıklamalar yaparlar ancak bunların gerçekle pek az ilgisi vardır. Bu aynı zamanda siyasi kamuoyu yoklaması yapanların da sorunudur: Bu anketleri yapanlar sürekli olarak insanlara oylarını kime ve neden verdiklerini yahut vereceklerini sorarlar. İnsanların bir fikirleri olmadığını iddia etmeleri bir şeydir, neler düşündüklerini bildiklerine bile güvenememek bambaşka. Fakat araştırmalar gösteriyor ki,insanların düşündüğünü sandıkları şeyleri gerçekten düşündüklerine güvenemezsiniz.
Sayfa 249Kitabı okudu
46 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.