“Katlanmayı mümkün kılan bir tek etken vardı: İyimserlik. Bir de felsefesi vardı bu saçmalığın: İyi düşünürsen iyi olur. Yahu, ölmüş sevgilim ben iyi düşününce canlanıyor mu? Aç insanların karnı mı doyuyor? Yeryüzündeki acılar sona mı eriyor? Ama inanıyor buna insanlar... Üstelik işe de yarıyor. Herkes kendini mutlu hissediyor.”
“Gitmek, kaçmak, uzaklaşmak, bu öğleden sonra Nüzhet’ten gelen telefonun öncesine dönmek istiyordum. İlk kez gün ışığının yakıcı parlaklığını görüp, anne rahmini özleyen bir çocuk gibi. Ne güzel olurdu, hiç doğmamış olmak...”
“Halbuki bugün sonsuz zaman ve mesafenin içinde ben neyim? Bir solucandan, bir ayrık kökünden daha ehemmiyetsiz, daha değersiz, daha lüzumsuz bir mahlukum.”
“Bir gün, belki on sene oluyor, bir hocam bana:
‘Zekanı mirasyedi gibi harcıyorsun!' demişti.
Doğru... Zekamı har vurup harman savurdum ve nihayet iflas ettim... Hiçbir şeyim kalmadı...”
“Hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla
kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde,
insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz.”
“İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü
bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine
uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum.
Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı?
Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir
kaçamak yolu…. içimizde şeytan yok.. içimizde aciz var... tembellik var… iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey : hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...”
“Çünkü hiçbirinde fikirler ve bilgiler şahsiyet haline gelmemiştir. Hiçbiri ukalalık etmek icin malzeme toplamaktan başka bir şey düşünmemiştir. Hiçbiri
insanı insan yapan şeyin şahsiyet olduğunu, bütün ilimlerin, bütün tecrübelerin yalnız bunu temine yaradığını anlamamıştır.”
“Kafaları, zekâ itibariyle olsun, yarım yamalak bilgileri itibariyle olsun, merhamete muhtaç bir halde. Şahsiyetleri kırpıntı bohçası gibi. Her şeyleri iğreti, her vasıfları, her kanaatleri iğreti...
Basit bir insan, mesela hiç okuması yazması olmayan bir köylü, bir amele, lalettayin bir
adam bunlardan çok daha mükemmel bir bütündür. Çünkü o adam, mesela Hasan ağa, Hasan ağa olarak düşünür, böyle yaşar. Hükümleri hayatın verdigi birtakim tecrübelerin neticesidir ve kendine göredir. Konuşurken karşısında Hasan ağadan başka kimse yoktur. Fakat bu efendilerin hiçbiri kendisi değildir. Fikir diye ortaya attıkları her şey, kafalarına rastgele doldurdukları hazmedilmemiş, acayip, birbirine zıt bilgilerin tahrip edilmiş şekillerinden ibarettir.”