Osmanlı İmparatorluğu, şeriata ve kendi kanunlarına dayanan bir milletler câmiası olup kuvvetini Türk İslâm mefkûresinden alıyor; adâlet, insanlık ve barış onun “Nizâm-ı âlem” dâvâsının esasını teşkil ediyordu. Osmanlı imparatorluğu, bugün beşeriyete sulh getirmek isteyen, fakat materyalist dünyada bir türlü müessir olamayan Birleşmiş Milletler ideal ve teşkilâtından daha üstün ve gerçek bir siyasî ve içtimaî nizâmı temsil ediyordu. İçtimaî adâletten uzak kalmış hilâfet ve Selçuklu İmparatorlukları da onunla kıyaslanamaz ve tarihte misline rastlanamaz. İmparatorluğun bu yüksek vasıfları artık ilim âlemince kabul edilmiştir.
Osmanlıların yücelttiği cihan hâkimiyeti mefkûresi, imparatorluğun geniş hudutları içinde yaşayan bütün ırk, millet, din, mezhep ve kültürlere hak ve hürriyet bahşederek dünyaya bir “Nizâm-ı âlem” örneği getirmişti. Zîrâ bu Türk nizâmı bütün eski imparatorluklardan farklı ve üstün olarak hiçbir millet, sınıf, zümre ve bizzat hanedana imtiyaz tanımıyor ve menfaat getirmiyordu. Nitekim Tanzimat’a kadar hânedanın ve pâdişâhların da hususi mülkü yoktu ve her şey devlete ait (mirî) idi. Devlet bütün millet ve sınıflara adalet, içtimaî ahenk ve insanlık duyguları getiriyor; barış, nizâm ve huzurun vasıtası oluyordu. Bu hüviyeti ile Osmanlı cihân hâkimiyeti veya Nizâm-ı âlem dâvâsı yeryüzünde ilâhî nizâm ve adaletin gerçekleşmesinden başka bir şey değildi.
Reklam
Atalarımız millî mefkûre ile İslâmî kaynaştırdıkça tarihte görülmemiş bir kudret ve hayatiyet kazanmışlardı. Adalet ve insanlık duygularına dayanan bu mefkûre, cihân hâkimiyeti dâvâsı halinde yükselmiş, Osmanlı devrinde en mükemmel dereceye erişmişti. Üç kıt’ada ve eski medeniyet ülkelerinde kurulan imparatorlukta bu hâkimiyet “Nizâm-ı âlem’ adım alıyordu. Milletin ve devletin mevcudiyeti hikmetini teşkil ediyordu. Bu sebeple bu mefkûre ile birlikte devlet mukaddes idi. Uğrunda hayat, evlât ve her şeyin feda edilmesi gerekirdi. Tarihimizi dolduran kahramanlık destanları, milletimize mahsus olan kanun ve nizâm şuuru bu inancın tabiî bir neticesi idi.
Hayat , Herkesi er geç kendi gibiler ile karşılaştırır. Bunada ' İlahi Adalet' der...
"Fakat bütün bu hataları, bu siyasi gövdenin bütün yaralarını onaran şey adaletin süratli ve merhametsizce uygulanmasıdır. Zira, bölüştürücü ve değiştirici olarak ayrılan adalet kavramları önünde en ufak bir tereddüt duymadan, özellikle devleti ve genel çıkarları ilgilendiren hususlarda bütün suçları eşit kabul ediyorlar ve en ağır ceza ile mahkûm ediyorlar. En büyük düzensizlikleri önleyecek tek yol olarak kabul ettiğim bu çare olmasaydı bu güçlü gövde kötü düşünceli şahısların fesatları ile can verir ve imparatorluğun merkezinden uzakta bulunan eyalet valileri ihtiraslarını tatmin etmek ve bağımsız olmak için ayaklandıkları her fırsat sonunda Devleti bir sürü derebeyliklere ayırırlardı."
Sayfa 11 - Yay. Haz. M. Reşat Uzmen, Tercüman 1001 Temel Eser No. 81, İstanbul: Tercüman Yayınları, 1976.Kitabı okudu
Budist keşişle yaptığım tartışma­yı anımsıyorum. Keşiş bana diyordu ki: “Kendimizi değiş­tirmeden toplumu değiştiremeyiz.”. İyi niyetli görünen bu söz bana tehlikeli geliyor. Eğer bireyler adalet uğruna savaşmak için adil olmayı beklerlerse adaleti asla sağlayama­yız. Eğer barış uğruna mücadele etmek için huzura ermeyi beklerlerse barışa asla erişemeyiz. Eğer özgürlük adına çar­pışmak için (içsel olarak) özgür olmayı beklerlerse özgürlü­ğe asla ulaşamayız. Yeryüzündeki kötülükleri yenmek için de cennete gitmeyi bekleyelim bari...
Reklam
Geri199
1.000 öğeden 991 ile 1.000 arasındakiler gösteriliyor.