Şimdi bir yazı yazacak olsam, bu kalabalık caddedeki somut durumun somut bir tahlilini yapacak olsam, insanların kılcal damarlarına kadar sızan ve gitgide konuşma kapasitelerini tekdüzeliğe ve anlaşılmazlığa iten düzene yaslanma aymazlığından başlardım da, sonu nereye varırdı bilmiyorum. Belki akşamları Doktor'un zarif hazeran sandalyesinin yanına mavi, boyaları dökülmüş bir kır iskemlesi çeker, o sustuğu vakit üstüne çıkıp, kalabalıktan yol bulduğu ölçüde Taksim'e doğru esen ılık rüzgâr boğazımdan bağladığım kırmızı ipek pelerini şişirirken, gelene geçene, merhametli bir anlarını kollayarak ve gözlerine bakmayı da deneyerek, öyküler anlatırdım.
Örneğin güzelim İstanbul'a asla bir tepeden değil, pis kokulu çukurlarından bakan şen bir kalkışma öyküsü! Ya da Camısab'ın yazgı çukuruna atılmasının ardından ona yol gösteren ışıklı Şahmaran'ı ve tavus kuşunun ihmalkârlığı yüzünden cennete sızan, Adem-Havva ikilisine elma sunan, dolayısıyla cümlemize oyun kurup bu hallere düşmemize neden olan, adı kutsal kitaplarda geçiyor mu, şimdi unuttum, o uğursuz lümpen yılanı karşılaştırır, sadece yılanları değil, tilkileri, sansarları, bir de tabiî gökten inen koçları, evliya keçileri, arap küheylanları, ebâbilleri diyalektik bir biçimde hikâye ederdim.
Şu yanımızdan akan, insanlaşmaları ayyuka çıkmış insanların bir belleği var mı?