Sıkıntıdan hiç kurtulamadım. Çünkü sıkıntının yüce bir etiği var. Bilmiyorum sıkıntı üzerine de bir deneme yazar mıyım... Kendimi hep sıkıntı olarak gördüm ve her yere de taşıdım. Sıkıntı yazılamaz belki, yazmak da istiyorum ama. Nerdeyse “sıkılıyorum, öyleyse varım” diyebilirim. Böyle yaşıyorum ben. Aynı zamanda insani bir yön de buluyorum sıkıntıda. Sıkılmayan insan yaşamıyordur diyebilirim. Bir şey daha var ki o da: kitaplarımı ve odamı dünyanın her tarafına götürebilsem, taşıyabilsem, belki dünya o kadar sıkıntılı olmayabilir. Sıkıntıyla yapışık yaşıyorum adeta. Tepeden tırnağa sıkıntının içinde dolaşıyorum.
Her gün aynayla yüz yüze geliyoruz. Bugün aynaya daha da yakından baktığımda birdenbire ayırdına vardım: Kirpiklerim kalmamış. Çok değil bir iki yıl önceye değin seyrek de olsa kirpiklerim vardı.
(Acaba 4-5 yıl önceye değin mi demeli?) Şaşkınlıkla uzun uzun baktım aynaya. Bir süredir yüzümdeki değişimleri izliyordum, yadırgamıyordum bunu: Doğal diyordum.
Yüzümü gitgide tanımamaya mı başlayacağım? Ataç’ın berberde tıraş olurken koltuğunu aynaya ters çevirdiğini duymuştum: Yüzüne dayanamadığı için.
Ben aynaya bakmayı sürdüreceğim.
Gövdemi baştan beri seviyorum, yüzümü dışlamam.