"Benim babanla sonum yok dedi annem"
O ara beni iterek telefonu kaptı babam.
"Ne demek sonum yok" dedi. "Bu kadar çocuğu ben ot başından mı topladım? Eğer sen istemiyorsan ben de istemiyorum. Hepsini götürüp yetimhaneye vereceğim."
Cevap gelmeyince birkaç kez tekrar etti "alo, alo, alo. "
Kendimi koca dünyada yapayalnız buluyordum. Etrafımda insanlar vardı; dostlarım, kardeşim, annem vardı. Yine de yalnızlığı ilk kez bu kadar derinden yaşıyordum. Hiç kimse ya da hiçbir şey, yalnızlığıma son vermeye yetmiyordu.
Annem, "Atatürk zamanında bizim ülkede de öyleydi. Hep ne olursa olsun kendi malımız, yerli malı kullanılsın istemişti Atatürk" diyor. Halk da öyle yapıyormuş, ama demokrasi diye ikinci parti gelince, görmemişler gibi dışarıdan ne varsa getirtilmeye başlanmış. Karşılığında satılacak doğru dürüst malımız da olmadığından, elde avuçta olan paralar bitmiş. Bu kez bütün devletlerden borç istemişiz. Şu son zamanlarda artık borç isteyecek ülke kalmamış, Almanlara başvurmuşuz. Alman Maliye Bakanı gelerek, bizim hükü mete, aldığımız borcu ne yapacağımızı sormuş. Ona sağlıklı bir plan gösterilmediği için bırakıp gitmiş. Ben bunları pek bilemiyo rum; çünkü, derslerle uğraştığımdan, ülke sorunlarıyla hiç ilgilenmiyorum. Ama annemin "yeni savaştan çıkmış, yanmış yıkılmış bir ülkeden nasıl utanmadan para istenildi?!" diye üzüldüğünü biliyorum. Bunun arkasından bir olay annemi daha da çok üzdü. O da, birlikte çalıştıkları bir Alman profesör, anneme "Size borç veremediğimiz için çok üzüldüm, ama siz de hak verin! Alınacak borcun kendi ülkenize veya dünya ekonomisine nasıl bir yarar sağlayacağı gösterilemezse, o istenen borç bir tür dilencilik olmaz mı?" demiş.
"Melody alfabeyi, tüm harflerin seslerini ve yüzlerce kelimeyi biliyor. Kafasında sayıları toplayıp çıkartabiliyor. Tüm bunları son veli toplantısında konuşmuştuk öyle değil mi?" Annemin kendine hakim olmaya çalıştığını söyleyebilirdim.
Öğretmen, "Abarttığınızı düşünmüştüm," dedi. "Aileler konu böyle çocuklara geldiğinde her zaman gerçekçi olamıyor."
Annem, "Eğer onlara bir kez daha 'böyle çocuklar' diye hitap ederseniz, ben de çığlık atabilirim." diye bağırdı.
Hiç düşünmeyen ve aldırmayan bir toplumda hayatımı kazanabilmek için dişimle tırnağımla savaşır, çöl botlarımın tabanını Fransız Mahallesi’nin eski, kaldırım taşı döşeli yollarında aşındırıp adi, tırtıklı lastiğe dönüştürürken, aziz (ama yoldan çıkmış), eski bir tanışıma rastladım. Bu yozlaşmış insana ahlaksal üstünlüğümü kolayca kabul ettirdiğim
Aileme, ne yapmam gerektiğini sordum.
“Yanında ol,” dedi annem. “Eğer onu seviyorsan, ona destek ol.”
Ben de böyle yaptım. O haftayı, seminerlere katılıp Jai’den uzakta bir koridordaki bir ofiste takılarak geçirdim. Birkaç kez odasına uğradım, sadece nasıl olduğunu görmek için. “Sadece nasıl olduğunu görmek istedim,” diyordum. “Eğer yapabileceğim bir şey olursa, haber ver.”
Birkaç gün sonra, Jai aradı. “Randy, burada oturmuş seni özlüyor ve keşke yanımda olsa diyorum. Bu da bir şeydir, değil mi?” Fark etmişti: Bana âşık olmuştu. Bir kez daha, ailem haklı çıktı. Aşk kazanmıştı. O haftanın sonunda Jai, Pittsburgh’a taşındı.
Tuğla duvarların orada olmasının bir sebebi var. Bize, bir şeyi ne kadar istediğimizi görme şansı verirler.