Yârab bu ne derttir derman bulunmaz
Ya bu ne yaradır zahmı belirmez
Benim garip gönlüm aşktan usanmaz
Varır aşka düşer hiç bana dönmez
Döner gönlüm bana öğüt verir çok
Aşık olan gönül aşktan usanmaz
Aşık ki cana kaldı aşık olmaz
Canın terk etmeyen maşuku bulmaz
Aşk pazarıdır bu canlar satılır
Satarım canımı hiç kimse almaz
Aşık bir kişidir bu dünya malın
Ahıret korkusun bir pula saymaz.
Bu dünya ol ahıretten içeri
Aşığın yeri var kimesne bilmez
Aşık öldü diye sela verirler,
Ölen hayvan olur âşıklar ölmez
.......
“Ben her gün gelirim buraya. Camide namazımı kılarım. Sonra bu mezarlıkta dolaşırım. Ölüme yakın olmak dünyadan uzak olmak demektir ya işte burası dünyanın girmediği yerdir. Ve insan dünyayı sever onun için sevmez mezarlıkları.”
İnsan bir mezarlıkta olunca aklında hep ölüm oluyor. Belki de bu yüzden mezarlıklara gitmeli insan. Orada yatanları tanısın ya da tanımasın, gitmeli. Benim de yaptığım biraz bu işte. Sırtımı yasladığım şu ağaç bile benden çok daha fazla yaşayacak ve benden çok daha uzun kalacak bu dünyada. Bir ağaç olsaydım altında sevdalıların buluştuğu değil, mezarlıkların olduğu bir ağaç olmak isterdim. Orada olmak isterdim. Sırrını anlamak için hayatın, dünyanın nasıl da manasız kaldığını, kıymetsiz kaldığını her gün tekrar tekrar anlamak için.
Evet, korkuyordum, yalan yok! Hem de çok korkuyordum lakin o an anladım ki insan ölümden korktuğu için korkuyordu ölülerden. Bu dünyayı terk etmekten korktuğu için. Bu dünyada sahip olduklarını ardında bırakıp gitmekten korktuğu için. Peki ya ölünce ne oluyordu? İrkildim birden olduğum yerde. Bunları düşünmek bile beni çok korkutuyordu. Bunca ölünün arasında bile zihnim öleceğine inanmıyordu. Ne gaflet.
Eskilerin ölülere hamuş demelerini anlıyordum şimdi. Ölmek susmak demekti ve konuşmak yaşamak. Ama her vakit anlamlı değildi konuşmak. Bazı vakitler susan konuşandan daha çok şey anlatırdı. İşte şimdi gördüğüm de buydu. Ölüler yani ki suskun olanlarla hiçbir dirinin bana anlatamayacağı şeyler anlatıyordu. Hepsini hayal ettim. Birbirini belki hiç görmemiş, hiç tanımamış yüzlerce insan işte burada yan yana uzanmışlar da yatıyorlardı. Ve ben onların arasında, onlardan başka biriydim. Ölümü bilmeyen bir garip âdemoğlu. Yani diri.
Sonra en alttaki mezar taşının olduğu yere doğru ilerledim. Güneş ağaçların dallarının arasından nazlı nazlı süzülüp de, tam üzerine düşüyordu önümde duran mezar taşının. Hemen yanına gelir gelmez diz kırdım önce. Bir Fatiha gönderdim orada yatanın ruhuna. Mezar taşını okşadım. Dokundum, hissetmek istedim. Toprağının üzerinde ayrık otlar, kopardım ellerimle. Ve olduğum yere hemen koca bir ağacın yanına, otların üzerine öylece oturdum da mezar taşında yazanları not etmeye başladım.
‘Hüve’l-Bâkî’ yazıyordu mezar taşında. Çoğu mezar taşında yazardı bu zaten. ‘Bâkî olan, kalıcı olan, yok olmayan, bitmeyen, tükenmeyen bir tek O’dur’ manasına gelirdi ve ‘O’ Allah demekti. O bâkî idi, insan ise fânî.
➤Yani mezarlıklardakiler ölü evet, lakin mezarlıklar ölü değil. Mezarlıklarda hayat var. Ve ölenlerden yaşayanlara bir nasihat var.
➤Ölülerin yerine koymaya çalıştım kendimi. Yapamadım. Görmek istediğinden ve göstermek istediğinden fazlasını göremiyor insan. Yaşamaya bu kadar çok alışınca ölmek diye bir şey yok sanıyor yada unutuyor, unutturuluyor.
➤ O bütün gün Yahya Efendi Dergâhının mezarlığında bunları düşündüm ve bu ölenler nerede şimdi diye geçirdim hep içimden. Bütün bu ölenler de benim gibi hiç ölümü düşünmeden yaşadılar belki de ama şimdi sadece bedenleri toprağın altında. Peki ya kendileri neredeler? Ölüm, beden için ama ruhları yani asılları, gerçek olan yanları onlar şimdi nerede duruyorlar?