Altı keyifli haftanın ardından Bay Boythorn'un evinden eve döndük. Sık sık parkta ve ormandaydık ve bekçinin karısıyla konuşmak için içeri bakmadan sığındığımız kulübenin yanından nadiren geçiyorduk; ama Pazar günleri kilise dışında Leydi Dedlock'u bir daha göremedik. Chesney Wold'da misafir vardı; etrafını saran çok sayıda güzel
"İzin verirseniz efendim" dedim. Çok yardımseverdi ve kutularımın taşınmasına nezaret ettikten sonra beni sinekliğe teslim ederken ona herhangi bir yerde büyük bir yangın olup olmadığını sordum. Çünkü sokaklar o kadar yoğun kahverengi dumanla doluydu ki neredeyse hiçbir şey görülemiyordu. "Ah canım hayır hanımefendi" dedi. "Bu bir Londra özeli." Hiç böyle bir şey duymamıştım. "Sis var hanımefendi" dedi genç beyefendi. "Ah, gerçekten!" dedim. Dünyada görülmüş en kirli ve en karanlık sokaklardan (sanırım) yavaşça ilerledik ve o kadar dikkat dağıtıcı bir kafa karışıklığı içindeydik ki, eski bir kapının altından ani bir sessizliğe geçip arabaya binene kadar insanların aklını nasıl koruduklarını merak ettim. Sessiz bir meydandan geçerek bir köşede garip bir köşeye gelene kadar ilerledik; burada kilise girişi gibi dik, geniş bir merdivenden yukarı çıkan bir giriş vardı. Ve dışarıda bazı manastırların altında gerçekten de bir kilise avlusu vardı, çünkü merdiven penceresinden mezar taşlarını gördüm. Bu Kenge ve Carboy'undu. Genç beyefendi beni dış ofisten Bay Kenge'nin odasına götürdü - odada kimse yoktu - ve kibarca bana ateşin yanına bir koltuk koydu. Daha sonra dikkatimi bacanın bir tarafındaki çiviye asılı küçük bir aynaya çekti. "Yolculuktan sonra Şansölye'nin huzuruna çıkarken kendinize bir bakmak isterseniz hanımefendi. Eminim ki gerekli değildir," dedi genç beyefendi kibarca. "Şansölye'nin huzuruna mı çıkacaksınız?" dedim bir an şaşırarak.
Reklam
Bir İlerleme Bu sayfaların bana düşen kısmını yazmaya başlamakta büyük zorluk çekiyorum çünkü zeki olmadığımı biliyorum. Bunu her zaman biliyordum. Aslında çok küçük bir kızken, baş başa kaldığımızda bebeğime şunu söylediğimi hatırlıyorum: "Şimdi Dolly, ben akıllı değilim, sen de çok iyi biliyorsun ve bana karşı sabırlı olmalısın, tıpkı benim gibi. canım!” O da güzel teni ve pembe dudaklarıyla büyük bir koltuğa yaslanmış oturuyordu ve ben yoğun bir şekilde dikiş atıp ona her şeyi anlatırken bana -ya da sanırım bana pek değil, hiçbir şeye- bakıyordu. sırlarımdan biri. Sevgili yaşlı bebeğim! O kadar utangaç küçük bir şeydim ki nadiren dudaklarımı açmaya cesaret ederdim ve asla kalbimi başkalarına açmaya cesaret edemezdim. Bir gün okuldan eve gelip yukarı odama koşup şöyle dememin beni ne kadar rahatlattığını düşünmek beni neredeyse ağlatıyor: “Ah, sevgili sadık Dolly, beni beklediğini biliyordum! ” sonra yere oturup büyük sandalyesinin dirseğine yaslanmak ve ona ayrıldığımızdan beri fark ettiğim her şeyi anlatmak. Ben her zaman önümden geçenleri fark etmenin -hızlı bir şekilde değil, ah, hayır!- sessiz bir yolunu tercih ettim ve onu daha iyi anlamak istediğimi düşündüm. Hiçbir şekilde hızlı bir anlayışa sahip değilim. Bir insanı gerçekten çok şefkatle sevdiğimde, sanki daha da parlıyor gibi geliyor. Ama bu bile benim kibirim olabilir.
Bir bakayım ben de bu kitaba
Benim tüm Charles Dickens eserleri arasında en çok sevdiğim Bleak House isimli romandı, hâlâ da öyle.
Sayfa 177 - Altın Kitaplar 1. Basım Nisan 2009Kitabı okudu
Alone on a Mountaintop
For supper I made chop suey and baked some biscuits and put the leftovers in a pan for deer that came in the moonlit night and nibbled like big strange cows of peace — long-antlered buck and does and babies too — as I meditated in the alpine grass facing the magic moon-laned lake. — And I could see firs reflected in the moonlit lake five thousand feet below, upside down, pointing to infinity. — And all the insects ceased in honor of the moon. Sixty three sunsets I saw revolve on that perpendicular hill — mad raging sunsets pouring in sea foams of cloud through unimaginable crags like the crags you grayly drew in pencil as a child, with every rose-tint of hope beyond, making you feel just like them, brilliant and bleak beyond words. — Cold mornings with clouds billowing out of Lightning Gorge like smoke from a giant fire but the lake cerulean as ever. August comes in with a blast that shakes your house and augurs little Augusticity — then that snowy-air and woodsmoke feeling — then the snow comes sweeping your way from Canada, and the wind rises and dark low clouds rush up as out of a forge. Suddenly a green-rose rainbow appears right on your ridge with steamy clouds all around and an orange sun turmoiling . . . What is a rainbow, Lord? — a hoop For the lowly . . . and you go out and suddenly your shadow is ringed by the rainbow as you walk on the hilltop, a lovely haloed mystery making you want to pray. — A blade of grass jiggling in the winds of infinity, anchored to a rock, and for your own poor gentle flesh no answer. Your oil lamp burning in infinity.
Sayfa 109 - Penguin Great KerouacKitabı okudu
Toplumsal çatışma ve faydacılığin “yardımlaşma evde başlar” anlayışını geliştirerek, sosyal Darvinciliği oluşturduğunu iddia eden Michael Ruse yaşanılan dünyayı ümitsiz ev ( bleak house) olarak isimlendirir. Çünkü faydacı anlayışa sahip C. Dickens’in romanında İngiltere’deki açlıkla Afrika’da olan açlığı benzer gördüğünü söyleyen Ruşe’a göre,