Neredeyse tüm resimlerinde benzer kadın yüzlerini ve kızıllaşan gün batımlarını çizdiğini, kendisinden önce hocaları fark etmişti. Bunu ilk duyduğunda sarsılmıştı Tomris. Evet, haklıydı hocaları. Hep zihnindeki o ilk hatırayı, o puslu yüzü ve ardındaki gün batımlarını resmetmek istiyordu. Sanki kendi daha fazla zorlayarak o ânı tüm berraklığıyla hatırlayabilse, zihninde iyice canlandırabilse resmin içine ellerini uzatarak annesini çekip çıkarabileceğini hissediyordu. Koskoca bir ömrü, dönüp dolaşıp yeniden kıskacına düştüğü bu hasret dolu arayışlarla, iz sürmelerle tamamlamıştı. Ne neannesi ne de babası hayatta olabilirdi bunca yıl sonra. Onlara kavuşmanın artık imkânsız olduğunu bilse de resimlerdeki arayışından vazgeçemiyordu.
Artık ben de tüm ailem gibi İstanbul'da, İstanbul'u özleyenler kervanına katılmıştım. Fakat onlarınki gibi sadece bir yakayı ya da parlak maziyi özlemek gibi bir şey değildi benimki, belki de hastalıklı bir şeydi. Anadoluhisarı'nda Beyoğlu'nun coşkusunu, Beyoğlu'nda Fatih'in maneviyatını, Üsküdar'dan vapura bindiğim anda Anadoluhisarı'nı, Kuzguncuk'u, Beykoz'u özlüyordum. Hangi yakadaysam, diğerine bakarken derin bir hasret çörekleniyordu yüreğime.