beni kimse bölümden
beni kimse bu ölümden alamayacak biliyorum ama olsun
(durmadan bir kalp krizini öldürüyorum)
(...)
sarsılmaz çifte, yılmaz zıpkın, paslanmaz bursa, bana bir karaca
hırka
ben de o gemideydim
(...)
bir tahta parçasına tutunduğum en ufak bir kara parçası bile yok
ben bu hikâyeden sağ kurtulmuyorum
herkesin içinde yaralı bir kaplan yaşar
bundan sonra herkes daha çok sevecek birbirini
daha hakiki terketmeler için
Toprak bir değirmen çarkı, ölü bir buğday tanesi ve kendisi bir değirmenciydi. Vazifesi etten ve kemikten oluşan, ellerine verilen bu taneleri, toprağın müthiş ve kara çarkına geri vermekti.
Bizler için, bizden öncekiler için kitap bir kara sevdanın objesiydi, onu yalnızca işimize yaradığı gerekçesiyle seviyor değildik, onları işe yarasınlar diye yazmanın ötesinde bir anlam yüklüyorduk üzerilerine. Ikinci el kitapçılara bizi sürükleyen asıl gerekçe kitabı daha ucuza edinmekle bir tutulamazdı: El değiştirmiş her kitap, içerdiği metne, yazıya indirgenemeyecek bir varsıllığa daha sahip olurdu: Okunmuş olmasını, kitabın içeriğine bir tür deneyim kazanmışlık özelliğinin yüklenmesi sonucuna bağlardık gizliden gizliye.
Adalet diyorum... Adalet, kanunun adaleti, zaten bir vehimden başka ne ki! Kanun rüşvetçiyi cezalandıracağını, vurguncuya ağır bir ceza keseceğini, katili en ağır cezayla cezalandıracağını söylüyor ve dolandırıcılığı hafif, çocuk düşürmeyi de ağır bir suç sayıyor; buna inanabiliyor musunuz?
Kanunun bu vaat ve tehdidine rağmen rüşvetçi arabasında ferah fahur gezmektedir. Vurguncu, otomobilinin tekerleklerinden fışkıran çamuru adaletin yüzüne kara bir damga gibi fırlatıyor. Binlerce insanın hayat ve gıdasını katledenler ise ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar.