İçinde yaşadığımız toplumu tümüyle beğenmemek, onu temelinden eleştirmek çok yaygın bir toplumsal davranış değildir. Hepimiz, zaman zaman, istediğimiz hayalı gerçekleşlirememiş olmaktan şikayet ederiz. Pahalılıktan, bazı düzensizliklerden, devlet ile olan ilişkilerimizde işlerimizin gerekliği kadar hızlı yürümemesinden, hatta, daha genel olarak, toplumun içindeki yerimizin bize gereken imkanları tanımadığından şekvacı oluruz. Çevre şartlarının baskısıyla paralel şekilde artan bu şikayetler, bazen acı, fakat genellikle dağınık, şekillenmemiş protestolardır. Toplum hayatının tabii bir özelliği olan bu serzenişler nadiren toplum mekanizmasının temelden bozuk olduğu şeklinde bir inanca ve bir toplum kritiğine dönüşür. Toplumu bir bütün olarak görüp de onu bir bütün olarak değerlendiren ve tümüyle yenileştirmek isteyen kişi, hele çözüm yollarını da, gene nisbeten tutarlı bir bütün olarak sunan kimse -bugünkü sosyolojinin teknik tabiriyle ütopyacı- müstesna bir insan tipidir. Bu şekildeki yönelim ve davranışlar olağan insan davranışından sayılmayacaklarına göre, karşımıza çıktıkları zaman bir izah gerektirirler.
Bir toplumun muayyen bir istikamete sevkedilmesi isteniyorsa, bu neticeyi elde etmek için iki yoldan biri seçilebilir: Ya ulaşılması istenen nokta göz önünde tutulur, ideal bir istikbalin parlak portresi çizilir, bu portre rehber ittihaz edilir ve "kızıl elma" ön plana geçirilerek, ancak bundan sonra Kızıl Elma'ya varacak olan yollar tesbit edilir, veya evvela durumun muhakemesi yapılır ve ulaşılacak gaye, bundan sonra ve eldeki imkanların takatine göre tesbit edilir. Her iki metodun da sosyal ve siyasi hareketlerde mühim rol oynadığı sabittir.
Reklam
Bir bölüm Batılı düşünürlere göre, bir ulusal devlet kendi sınırları içinde aynı "ırk"tan olan kimseleri toplar. Başkalarına göre, ulusal devlet'in yurttaş'ı, belirli sınırların içinde yaşamayı kabul ederek buradaki yasaları kendi yasaları sayan kişilerdir. Ziya Gökalp bu iki ilkeyi de reddediyordu. Ona göre, ulusal varlığın özü paylaşılan bir kültür'dü. Bu kültürün paylaşılması, aynı eğitimin, değerlerin ve heyecanın paylaşılmasıydı. Böylece, millet, aynı eğitimi almış, aynı dili konuşan, aynı duyguları, idealleri, din ve ahlak öğelerini ve estetiği paylaşan kişilerden oluşmaktaydı.
Ziya Gökalp için gerek "millet" gerek "halk" varolan bir şey olmaktan çok, ancak "rüşeym" halinde bulunan ama daha "kendini idrak edecek", öz benliğine zamanla kavuşacak bir nesne’ydi. Aslında bu tipte bir düşünce, yani varolan toplulukların aslında "öz benlik"lerine kavuşmamış görüntüler olduğu görüşü Avrupa'da on­ sekizinci yüzyılın sonuna doğru ve ondokuzuncu yüzyılın başında büyük bir rağbet görmüştür. Buna "idealizm" deniyordu. Rousseau'nun ortaya attığı "milli irade", bu idealizmi esas öğesi durumuna getirmiştir. Ona göre politik bir tercihinin dünyalılar tarafından ifadesi zorunlu olarak "gerçek" milli iradeyi ifade etmiyordu. "Gerçek" milli irade, o topluluğa "gerçekten" de gerekli olan kararlardan oluşuyordu. Topluluğun iradesi dışında soyut bir "milli irade", bir ideal "çözüm yolu" vardı. O da ancak " duygular"la bulunabilirdi. Almanya'da Fichte ve romantik milliyetçiler aynı şeyi söylüyorlardı. Milliyet bazı işaretleri varolan fakat sürekli çabalarla bulunması ve ortaya çıkarılması gereken bir olguydu.
Gerçek ütopyacı, toplumun bütününün değişmesini gözleri önünde canlandırabilen kimsedir.
Osmanlı imparatorluğu sınırları içinde yaşayan gruplar dinlerine göre tasnif edilmişti. Osmanlılar için Türk, Çerkez, Arap gibi tanımlamaların, müslümanların aslen nereden gelmiş olduklarını anlatması dışında bir önemi yoktur.
Reklam
1,000 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.