İnsan ancak sahip olduğu hak üzerinden tasarruf edebilir, ancak kendi hakkından feragatte ve fedakarlıkta bulunabilir. İslâm müslümana bir emanettir. Onun hükümlerini ben getirmediğim için o hükümden taviz verme hakkını da kendimde göremem.
Mesele yalnızca yola koyuluştan ibarettir. Yolun nereye varacağı önemli değildir. Nereye çıkarsa çıksın yol. İsterse hiçbir yere çıkmasın: Eninde sonunda bu da bir seçenektir. Ve zaten bir hedefe ulaşmak için de yola çıkılmış değildir. Hedef –biz bilmesek ve öyle olduğunu düşünmesek, hatta öyle olduğunu kabul etmesek bile– yalnızca yolda olmaktır.
Reklam
Elbette. Kalp, yöneleceği nesnesini bulamayacak olsa, bir başına ne işe yarayabilir? Onun yönelmesi, bu demektir ki, kendi nesnesine iştiyak duyması, onun devinmesidir... onun devinmesi: kendi nesnesine ulaşma çabası, bu da aşk!
Sevilen sevdirmese, seven sevemez, diyorlar. Bu, acaba, kalp de bir başına işe yaramaz mı demek oluyor?
Günün birinde taşa ve demire dönüşebileceğini de düşünebilirsin, kemiklerinin un ufak olduğunu, toprağa dönüştüğünü, toprağın içindeki her bir mineralin senin kanından, kemiğinden, kasından çıktığını ve fakat senin artık onlardan hiçbirine indirgenemeyeceğini, senin onlardan herhangi biri olmadığını, olamayacağını aklına getirebilir ve bunu doğrulayabilirsin: O şeyler senden çıktığına göre, sen her şeye rağmen o şeylerden bir parçasın ve o şeyler de senden ve senin bir parçan. Ama ne sen osun, ne o sen! O şeyler de sana bir zırh oluşturuyor ve sen bunu ayrımsadığın anda, sana zırh olan onlardan da kurtulmak istiyorsun. Tırnaklarınla söke söke ulaşabileceğin o son noktanın nerede olduğunu, nerede bitebileceğini merak etmek gerekiyor: Tırnaklarınla etini, kemiğini soyduğunu düşünüyorsun: Sonunda geldiğin yer neresi? Ve sonunda bir yere gelmişsen, sen başlangıçtaki o musun? Yoksa bu da yeni boyalar, yeni zırhlar mıdır? Yoksa bütün bu çabalar senin kendinden kaçma denemeleri midir? Kendinden kaçarken nereye varıyorsun?
Bâzı an: yani kendini zırhların içine sıkışmış gördüğün an: yani dışarda duran dünya ile ilişiğini kestiğini düşündüğün an: yani tam böyle bir düşüncenin içine kendini kapıp koyvermişken, artık bu dünyada kendinden başka bir şeyin bulunmadığını, her şeyin senin kendinden ibaret olduğunu sandığın o an: öyle ki, artık kendini bile tanımaktan çıkmış durumdasın: neyi tanıdığın ve neyi tanımadığın da bilinmez olmuştur: işte böyle bir an: yürüyorsun ama yürüyen sen misin, bilinmiyor: gülüyorsun, ama gülen kim, bilinmiyor: gözlerin, kaşların, dudakların boyanmış: daha önce sirklerde palyaçolarla tanıştığını hatırlıyorsun: burnunun üstüne kocaman bir elma yerleştirilmiştir: ama aynada gördüğün bu palyaçonun senin kendin olduğunu bilmiyorsun: çünkü sen kendini böyle görmeye alışık olmadın, sen kendini hiç böyle çırçıplak görmedin: bu yüzden bilmiyorsun: bu boyalı yüz müdür sana ait olan, yoksa her zaman görmeye alışık olduğunu sandığın çıplak yüz mü: hangisi sana aittir: o da bilinmiyor: hangisi gerçek yüzün: çıplak olan mı, boyalı olan mı: çıplak olan mı gerçek, boyalı olan mı: çıplak olan mı boyalı duruyor, boyalı olan mı çıplanmış: kestiremiyorsun: çünkü sen, onları da kaplayan zırhlara bürünmüş durumdasın: boyaları, zırhları tırnaklarınla söküp çözdüğünü sanıyorsun, ama her defasında onun altından başka zırhların, başka boyaların ortaya çıktığını ayrımsıyorsun, bunu ayrımsayarak daha bir hırsla boyalardan, verniklerden, zırhlardan ve sırlardan kurtulmanın çarelerini arıyorsun: ama kendini nereye kadar soyabilirsin ve daha nereye kadar gidebilirsin: bilinmiyor.
Reklam
1.000 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.