ATSIZ'DA DİL VE EDEBİYAT
Dil: Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu olan ve bitirme tezini, Osmanlı döneminde sade Türkçe akımının öncülerinden Edirneli Nazmi'nin Dîvân-ı Türkî-i Basît'i üzerinde yapan Atsız'ın dil konusundan uzak kalmayacağı ve bu konuya sık sık temas edeceği açıktır. Onun, Türkçe konusundaki düşüncelerine
Atsız Mecmua'nın 16. sayısında (15 Ağustos 1932) çıkan "Sadri Etem Bey'e Cevap" başlıklı yazısında da Atsız benzer görüşleri ifade eder. Ona göre medenî tekâmül, edebî tekâmül ile paralel yürümez ve edebî sahada Türkiye, 20 yıl önceye göre daha geridir:
"Edebî tekâmül, her zaman siyasî ve medenî tekâmülle müvazi
Ahmet Arslan/İlk Çağ Felsefesi
Ekrem Akurgal/Anadolu Medeniyetleri
Mustafa Kemal/Nutuk
Ömer Hayyam/Rubailer
Mehmet Akif Ersoy/Safahat
Tevfik Fikret/Rubabi Şikeste
Yahya Kemal Beyatlı/ Kendi Gök Kubbemiz
Abdülhak Hamid Tarhan/Makber
Faruk Nafiz Çamlıbel/Han Duvarları
Yakup Kadri Karaosmanoğlu/Yaban
Adnan Adıvar/Tarih Boyunca İlim ve Din
Aksak Temir, yalnız büyük Türk şâiri Abdülhak Hamid tarafından başka bir görüşle mütalâa edilmiş ve kendisine hak verilmiştir. Hamid'in "Kambur" adı altında birleştirdiği bir eseri vardır: İlhan, Tarhan, Tayıflar Geçidi, Ruhlar, Arziler. İlk ikisi dünyada, üçüncü ve dördüncüsü uhreviyet âleminde, sonuncusu yine dünyada geçen ve birbirinin zeyli olan bu eserlerin üçüncüsünde Aksak Temir'in ruhu da konuşmaktadır. Eserlerin başkahramanı olan Kambur, Hamid'in kendisidir. Şâir bütün fikirlerini, felsefesini, her şeyini ona söyletmektedir. Kambur'un kendisi olduğunu bizzat tasrih ediyor.
Fakat Lüsyen (Abdülhak Hamid Tarhan'ın eşi) sonraları, kendi isteği ile, hiç olmaz ise kısa bir müddet için çarşafa giriyor. Bunun izahını yine Lüsyen'den dinleyelim:
-Bebek'ten alışveriş etmek için Beyoğlu'na gidiyorduk, bana gayet temiz ve şık bir payton kiralıyorlar ve yanıma iki çarşaflı kalfa veriyorlardı.
Biz Beyoğlu'nda en şık dükkân ve mağazalardan alışveriş ediyorduk. Bu dükkân ve mağazaların sahipleri ve satıcıları ya ecnebi veya ekalliyetten olmalarına rağmen, çarşaflı kalfalara, ben Avrupalı bir kadından çok daha hörmet ve riayet ediyorlardı. Aldığımız eşyaların paketlerini, taşımak için "buyrun Matmazel" diye bana veriyorlardı.
Böylece, anlamıştım ki, İstanbul'da hörmet ve riayet görmek için kadınların çarşaf giymeleri lazım... Ben de artık çarşaf giymeye başlamıştım.
Gelelim meseleye. Hatta gelmeden önce yanlış bir yoruma mahal vermemek için niçin Sadettin değil de Sa'düddin dediğimi izah etmeliyim.
Celal Hoca oğluna böyle seslenirmiş: Sa'düddin. Hoca merhum biliyor tabii: lisanı, manayı, aradaki üç harfle neyin nerelere kurban gittiğini. Onun için oğlunun ismini bu şekilde telaffuz ediyor. Osmanlı bakiyesi zevat her şeyiyle ayrı bir güzel...
Abdülhak Hamîd Tarhan, harf inkılabından sonra ismi 'Hamit' diye yazılmaya başlayınca dostlarına dert yanarmış: "Âhir ömrümüzde ismimizin sonuna bir ham bir de 'it' getirdiler"