Sonuçta vardığım kapı burasıydı; ahşap bir kapı, oyma ustacılığından emekli olduğunun nişanı olan bu kapı benim eşiğime anahtar kilit gibi olmuştu. Ben ne bir ustayım ne de emekli. Peki bu kapı neden eşiğime anahtar olmuştu? Sakin bir günün sabahında henüz poğaçanın buğusu arnavut kaldırımlı sokağımdan geçmeden, kahvehanedeki çay demini almamışken, Eminönü varuplarının sesi cılızken kimseyi uyandırmamışken, Süleymaniye'deki müezzin ezanını daha nağmeli okumamışken çıkmıştım yola. Sigarayı bırakmak istediğim için sigarayı yakmadan parmaklarımın arasında tutarak dolaşmaya alışmışken, uykulu değilken, yürüyorken bir kedi fırladı geçti önümden. Sokağımızın emektar çöp konteynırında emektar balık kılçığı avcısı tekir sayesinde sabahın hipnozundan çıktım. Maksadım İstanbulumun Fatihimin tadını çıkarmaktı yine, bu saatlerde. Huzurumu bozan tek bir şey yoktu, her şey alışılmıştı, alışmak huzuru bozmaz, belki huzursuzluğu da alışır insan. Sağımdaki Aynur teyzenin cumbalı evinden tıkırtılar geliyordu yine börek koyuyor fırına torunu için. Devamındaki evde Mehdiye teyze sabah ezanından sonra Kuran okur, onun mırıltısı çalındı kulağıma sonra. Öne arkaya sallanışı gözümün önüne geldi, pek muhterem beyi vefat edeli bir başına kaldı, gece gündüz Kuran okumaya daldı, huzuru burada aradı burada buldu. Ben mi? Huzuru bulduğumu sanıyorum kimi zaman ama gün öğle saatlerine geldiğinde bir karmaşa çöker ruhuma. Ben ben olmaktan çıkar bu şehrin kavgasında yiyilen bir yumruk olurum; göz morartan, dudak patlatan. Yumruğun dayak yiyene verdiği zararı biliriz hepimiz peki yumruğu düşündünüz mü?