''...Kendisine emanet edilen yetkiyi ve imkânları, yeminini ettiği ‘adalet’ ilkesini gözeterek değil, ‘bizden-öteki’ tasnifleri içinde kime ne kadar oy verdiği hesabıyla kullanmak, her mü’minden tecvitle okunmaktan öte ciddiyetle uygulanmayı bekleyen adalet âyetleriyle elbette kesin bir surette çelişiyor. Bizatihi Kur’ân’ın tarifiyle takvaya yakın olan ve yakışan adalet olsa bile, siyasetçi geçmişte ve bugün bu gerçeği ıskalayabiliyor. Bediüzzaman Said Nursî’ye, “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” dedirten bir sebep de bu zaten. Siyaset ile takva arasında gerilim, çatışma, hatta zıtlık gördüğü için, istisnalar bir tarafa, genel durum olarak şu tesbitte bulunuyor Bediüzzaman: “Siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar. Yani maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda, din ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer.”
Bir örneğini geçen hafta gördük işte. Din adaleti emrederken, seçimde sonuç alabilmek uğruna ‘adaletsizliği’ vaad etmek gibi bir vahamete şahit oldu gözlerimiz ve kulaklarımız. Yetki ve sorumluluk mevkiinden adalet sözü çıkmadı da, kendisine verilen emaneti adaletle değil ayırma ve kayırma ile kullanacağı iması zuhur etti. Herkes bu ülkenin hukuk önünde eşit vatandaşı, herkes aynı vergi kanununa tâbi, herkesin eşit derecede hakkı ve hukuku var sözü verilmedi de; merkezden ne kadar hizmet alacağın yerelde kime oy verdiğine bakar iması zuhur etti.''
Metin Karabaşoğlu