“İşte, istediğim kişi burada. Merhaba kişi! Beni işitmiyor.
Belki somut ve bireysel bir biçimde, normal bir beynin sezebileceği bir şey olarak, gelecek var olsaydı, geçmiş böylesine akıl çelici olmazdı; geçmişin istekleri geleceğin istekleriyle dengelenirdi. O zaman kişiler, şu ya da bu nesneyi tartıp dökerlerken, tahterevallinin orta kısmında bacaklarını açıp dengede durabilirlerdi. Eğlenceli olabilirdi.”
Bu cümlelerle başlayan Saydam Şeyler, okuduklarım içinde en zor Nabokov romanıydı.
Karanlıkta Kahkaha, Maşenka, Cinnet ve Lujin Savunması’nda kendi gerçeklikleri içinde yaşayan karakterler yaratmıştı Nabokov.
Saydam Şeyler’in Hugh Person’ı ise biraz daha uçlara gidiyor. Nabokov, zamanda seyahat için nesneleri, mekânları,insanları, koku ve tatları kısacası Saydam Şeyler’i kullanıyor.
Hugh’nun zihni şimdiki zamanda geçmişi ya da geleceği yaşıyor. Bir de uyurgezer kahramanımızın rüyaları varki durumu tamamen içinden çıkılmaz yapıyor.
Diğer romanlarında yaptığı gibi Nabokov burada da Freud’u alaycı bir şekilde eleştirmeyi ihmal etmiyor. (“Şarlatan olmadıkça kim düşleri tedavi edebilir?”) Şimdiki zamanı tanımayan zihin uyku sırasında düşle gerçeği ayırd edebilir mi? ya da ikisi arasında bir fark var mı? Zihin, zamandan ve mekandan böylesine bağımsızsa belki de;
“İnanıyorum ki bu, bedensel ölümün verdiği eziyet değil, bir varlık durumundan diğerine geçmek için gerekli zihinsel manevranın benzersiz sıkıntılarıdır.
Kitap başka bir mekana götürüyor okuyanı...