Akşamları bütün ordu ve askeri mektepler üç defa “Padişahım çok yaşa!” diye haykıracak, eğer can ve gönülden bağırmıyor diye jurnal edilirseniz başınıza bir bela gelir.
Sultan Abdülhamid döneminde vatan ve millet kelimesi:
Vatan ve millet kelimelerini söylemek ve yazmak yasaktır. Dinlemezseniz mahvınıza kâfi bir sebeptir. Bunu bize Kuleli’de kitabet imtihanında zabit hocalarımız şöyle ihtar etmişlerdi: Patrie ve Nation kelimelerinin Türkçelerini katiyen yazmayacaksınız! Mesul olursunuz!
Reklam
Karabekir Paşa'nın Sultan Abdulhamit yönetimine olan kişisel kini:
Gazeteler İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin vasıta-i neşriyatı klişesini de taşıyor. Okudukça neler öğreniyordum: Milletin fedakâr ve münevver gençleri çöllere sürülüyormuş, boğuluyor, denize atılıyormuş. Milletin parasını hafiyeler ve saray halkı yiyormuş. Avrupa terakki ederken cahil ve katil padişah milletimizin her türlü terakkisine engel oluyormuş. Memleketimizde ilme ve emeğe hürmet yerine yalan, riya ve irtikap hâkim imiş. Haksızlık, zulüm, israf, sefahat saraylarda ve büyük yerlerde kökleşmiş, halk fakir ve benliğinden mahrum bir halde müstemleke halkı gibi imiş. Medeni milletlerin meclisleri beş paranın bile hesabını hükümetlerinden sorarken ve milletten alınan paraları millet hayrına sarf ederken bizim padişahlar fakir halkımızı soyarak milyonlarla altınları saray yapmak, cariye almak, dalkavuk ve hafiye beslemek gibi murdarlıklarda harcediyormuş; hülasa işler böyle giderse mahvımız muhakkakmış! Sultan Hamid’in babama ve dolayısıyla bütün ailemize karşı yaptırdığı haksız sürgün cezasından dolayı ona karşı zaten pek küçükten bir nefretim vardı.Bunun için okudukça kin ve nefret duygularım çoğaldı.
Avrupalılar iktisadi ve mali ve hatta siyasi her işimize hâkim olmuşlardı. Ve en acıklısı Türk milletini gerilik ve kabiliyetsizlikle itham ediyorlardı. Artık müstemlekeleşmeye hazırlanmış olan Osmanlı topraklarının Avrupa devletleri arasında paylaşılması tehlikesi de baş göstermişti. Büyük devletler; aralarında bir harp çıkarmadan adım adım bu işi ilerletecek bir formül bulmuşlardı. En çok Makedonya’da tecrübe sahasına koydukları bu formül şu idi: Türkten gayrı unsurlara ihtilaller yaptırmak, sonra da orayı nüfuz mıntıkalarına ayırarak jandarma ve idari kontrol koymak ve asayiş büsbütün bozulduktan sonra kati işgallere başlamak. Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar, Sırplar... hatta dini camia içinde Türklerle kaynaşmış olan Araplar, Arnavutlar... hep bu maksatla tahrik olunuyor ve silahlandırılıyordu.
Osmanlı camiasından ayrılan ufak milletler büyük devletlerden de yardım görerek medeni camiada birer devlet olarak yer aldıkları ve ordularını da Osmanlı camiasından koparmak için uğraştıkları parçaların işgalleri için icap eden işleri başaracak surette gençleştirdikleri ve modern bir hale getirdikleri halde Türk milleti yapayalnız eziliyor ve geri gidiyordu: Kapitülasyonlar ve Düyûn-ı Umumiye gibi iktisadi ve mali zincirlerle eli ayağı bağlı olan zavallı Türk milleti; sarayın cahil ve mütereddi insanlarının ağızlarına vurduğu kilit yüzünden fikrî inkişaftan da mahrum kalıyor ve ne Avrupa’nın aldığı terakki hızını ve siyasi hırsını ve ne de Türk milletinin içinde bulunduğu gerilik vaziyetini ve düşeceği uçurumu görebiliyordu. Gittikçe yaklaşan tehlikeye karşı duracak biricik kuvvet olan Türk ordusu da Sultan Hamid’in vehmine kurban olmuştu. Atış talimlerinden ve manevralardan mahrum edilen Türk ordusu âtıl bırakılmış kumandanlar ve erkân-ı harbiye heyeti elinde ancak iç asayişin teminine muvaffak olabilecek bir kudrette idi. Bu hal onu uzun yıllar, istense dahi, memleketi müdafaa edebilecek bir kudrete çıkartamayacak kadar da vahimleşmişti.
Kazım Karabekir Paşa, Sultan Abdulhamid devrini anlatıyor:
Medeni dünyanın her sahada terakki ederek hürriyet ve refaha doğru gittiğini gören ve anlayan milletseverler çoğaldıkça, Sultan Hamid mensuplarının keyfi ve cahilane idaresiyle bitkin bir hale gelen halkımızın benliğini kaybederek müstemleke halkı olmaya sürüklendiklerini ve ordumuzun da âciz ellerde ve alaylı zabitler idaresinde günden güne zayıfladığını gören gençler; meşruti idareyi kurmayı ve onun koruyucusu olmayı hedef tutan “İttihad-ı Osmanî” namındaki cemiyeti teşkil etmişlerdi (1889). Sonraları İttihat ve Terakki namını alan bu teşekkül milleti hayli irşad etmesine ve büyük ümitler vermesine rağmen emeline muvaffak olamadı. Sultan Hamid bunun teşkilatını haber aldı ve zulüm ve şenaati altında onu ezdi. Fakat milletin hürriyet ve adalet aşkı sönmedi. Bilakis sarayın baskısı arttıkça bu asil ruh da genişledi ve kuvvetlendi. Yeni Osmanlı Cemiyeti’ni kuran Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Sultan Hamid’in aleyhindeki neşriyatı, Ali Suavi’nin öldürülmesi, Mithat ve Mahmut paşaların boğulması ve birçok kimselerin ve mektep talebesinin çöllere sürülmesi veya öldürülmesi ve sarayda, Taşkışla’da, Beşiktaş, Beyoğlu karakollarında yapılan işkenceler milleti tamamıyla Sultan Hamid ve etrafındakilerden nefret ettirmişti. Bir taraftan yoksulluk, öbür taraftan da Yemen ve Makedonya ihtilalleri bilhassa Türk halkını perişan ettiği halde saray ve onun sadık bendeleri ve hafiye grupları refah içinde yaşamaktan zevk almakta devam ediyorlardı.
Reklam
Geri199
1,000 öğeden 991 ile 1,000 arasındakiler gösteriliyor.