Yaşamın kimi öyle nimetleri var ki -yazın, roman ve şiir ve genel olarak sanat da bu nimetlerin en güzellerinden- onların tastamam beğenisine ulaşmak, tadına varmak için deneyimler birikimi, yani yaşlanmak gerekiyor. Suyun tadını bile gençliğimden daha çok alıyorum şimdi. Cinsel ilişki gençliğimde salt bir boşalımdı; yaşlandıkça yaşamı yaşam yapan bütün herşeyin tadına daha çok varılabiliyor. Yoksa tat herşey biterken mi başlıyor? Belki de... Güç azalıp istek artınca mı? Belki de... Yiterken mi değerini anlıyoruz yaşamın, herşey gibi? Belki de... Ama bunları, özellikle cinsel istekteki dokunuyu, değiniyi D. H. Lawrence gençken, kırk yaşında anlamış.
Başıma şu ya da bu şapkayı giymişim ne değişir? Aşk da öyle. Hani hiç şapka giymesem de olur. İşime yarıyor da ondan giyiyorum... Aşkı da işe yaradığı için kullanırım.
İlginç bir kitaptı. Genç bir kızın büyüme sancıları, toplumsal yargı ve kısıtlamalar derken başta hikayeye kasvetli bir giriş yapıp eyvah neye bulaştım böyle diye hayıflansam da, sonra kendimi akışa kaptırdım.
Anneleri evi terk eden iki kız kardeş, evlerine taşınan hala ve babaanneleri ile birlikte yaşamak zorunda kalırlar. Rahip babaları da yaşlı kadının evin yönetimini ele geçirmesine göz yumunca, artık büyüyen kızların hayatı gün geçtikçe cehenneme dönüyor.
Bu kızlardan daha asi olanı fal baktırdıkları çingenelerle tanışınca, kendisine son derece yabancı duygulara kapılır. Toplumun insan olarak bile görmediği çingenelerden birine çekim hissetmesi kızın kafasını epey karıştırır.