...Her ne kadar Darwin, ırklar arasında bir hiyerarşiye inansa da genel olarak onun bahsettiği hiyerarşi, anatomik farklılıklara değil, geliştirilebilir kültürel özelliklere dayanmaktadır.
Emeviler, Abbasiler, Osmanlılar ve ne yazık ki bugün yöneticimiz olan zevat, Peygamber Efendimiz sofra bezinde yemek yedi, biz de yemeliyiz (Sünnet zannediyorlar.) diye aynı yolu izledi, izliyor; ancak gelin bu basit bir alışkanlığın bizlere nelere mal olduğunu birlikte görelim. Osmanlı İmparatorluğu bu inancı nedeniyle masada, tabakla, çatalla, vs. ile yemek yeme kültürünü geliştiremedi. Diyebilirsiniz ki geliştiremedi ise geliştiremedi ne olmuş yani? Bir açıdan doğrudur, ama böyle bir gerekliliği duymadığı için masa tasarımını, mimarisini, yapım tarzlarını da geliştiremedi. Sofra beziyle yetindi. Bir zaman sonra gerek duyduğunda fahiş fiyatlarla İtalyan masası, Fransız masası ya da bilmem ne modeli diye masa ithal etmeye başladık. Hem paramız gitti hem de başka insanların tasarımlarını onurlandırdık. Dünyada bir Türk masası olmadı.
Yani ne diyim söze nasıl başlayayım bilemediğim bir kitabı okudum ben. Nasıl öveyim Üstad Halil İnalcık ı, nasıl tarif edeyim böyle bir anlatımı bilemiyorum. Benim sözcüklerimde, lügatimde yetmez. Kendimi tüm açıklığıyla tarihe "Osmanlı tarihine" şahitlik ederken buldum. Her anı yaşadım, gördüm, bildim sanki. Çok aydınlatıcı çok doyurucu bir kitap. Okuyunca birçok bilgiye hakim olacaksınız.
[Ha şuda var tarihe sıkıcı gözüyle bakanlar için aşırı sıkıcı Ama tarihi sevenler ve hayal kurmayı becerebilenler için müthiş bir kitap.]
Kesinlikle tavsiye ediyorum ☺
Daha önce Türkçülüğe ilgisiz kalan kimi insaf sahibi osmanlıcılar, wilson ilkeleri ortaya atıldıktan sonra ,"Türkçülük bize, Osmanlı imparatorluğu'ndan bağımsız , özel ve ulusal bir yaşamımız, sınırları Etnografya bilimi tarafından çizilmiş ulusal bir yurdumuz, yurtta kendi kendimizi tam bir bağımsızlıkla yönetme hakkımız olduğunu, daha önce birçoğumuzun belleğine ve ruhuna yerleştirilmeseydi, bugün durumumuz ne olacaktı?" demeye başladılar. Demek ki yalnız bir tek sözcük, kutsal ve kutlu "Türk" sözcüğüdür ki, bu alt üst oluş içinde, doğru yolu görmemizi sağladı.
Türkçüler, seçkinlere yalnız uluslarının adını öğretmekle kalmadılar, onlara ulusun güzel dilini de öğrettiler. Ama verdikleri ad gibi, bu ürettikleri güzel dilde halktan alınmıştı. Çünkü bunlar, yalnız halkta kalmıştı.
Kadın Çalışmalarında yararlanılabilecek kaynaklara ilişkin yaptığım araştırmada Ankara Üniversitesinin hazırlamış olduğu bir kaynakçaya ulaştım faydalanmak isteyenler için bu ileti altında paylaşıyorum:
link:
Alper Bilgili.. İlk kez tv'de "bilim ve din çatışır mı" sorularını cevaplandırırken tanımıştım. Konuyla ilgili yetkinliği, anlaşılır dili, sade ve akıcı üslubu ve tabii kimsenin konuşmaya cesaret edemediği, yeterli bilgisinin olmadığı konularda aydınlatıcı ve haklı eleştirileri direkt cezbetmişti. Kitapları da beklentimi tam anlamıyla karşıladı, "Bilim Ne Değildir?"i okuduğumda da aynı hisleri yaşamıştım. Bu kitabında, tarihte bilim ve din karşı karşıyaymış gibi gösterilen, bu nedenle de dinin hayattan çıkarılma çabalarına neden olarak sunulan olayların aslında büyük bir çarpıtma olduğunu delilleriyle açıklıyor. "Hiç ilgimi çekmeyen konular bunlar" diyerek kendinizi bu harika kitaptan mahrum bırakmayın.