Fatih, adalete ve adaleti tevzi eden kadılara çok ehemmiyet verir, onların hakkı ve hukūku tenfiz etmesi için kendilerine daima yardımcı olurdu.
Bu husustaki şu misal çok ibretlidir:
Devrin ricâlinden Davud Paşa, yaptığı bir haksızlıktan dolayı Edirne kadısına şikâyet edilmişti. Kadı efendi, Davud Paşa'yı bu işten vazgeçmesi için önce îkāz etti. Ona alacağı cezayı bildirdi. Aralarında bir münakaşa çıktı. Bu münakaşada ileri giden Davud Paşa, kadı efendiye birkaç tokat attı. Bunu haber alan Fâtih:
"Adâletin hizmetkârı olan kadıyı döven kimse, dîni tahkir etmiş ve harâb etmiş olur..." diyerek, Davud Paşa'yı ağır şekilde cezalandırdı.
Davud Paşa, maddi ve mânevî ıztırabından yataklara düştü. Nihayet tevbe edip pişman oldu. Allah'ın emirlerine bir daha karşı çıkmayacağına ve böyle bir kusur etmeyeceğine dair söz verdi. Bundan sonra Fâtihle aralarında yeniden yakınlık peyda olup vezirlik pâyesine kadar yükseldi. 2. Bayezid zamanında ise, vezir-i azam oldu.
İstanbul'un fethinden sonra Fâtih, umümi bir af ilan etmiş ve Bizanslı mahkûmları serbest bırakmıştı. Bunlar arasında iki alim filozof papaz da bulunuyordu Fâtih, onlara cezalarının sebebini sordu. Onlar da:
"-Biz, Bizans'ın en ileri gelen papazları idik. Kralın zulmün den, işkencelerinden, yaptığı rezålet ve sefähatten dolayı
Fatih Sultan Mehmed Han devrinde memleketin her tarafında, her karış toprağında adâlet, hak ve hukuk häkim durumda idi. Kanun önünde bütün insanlar eşitti. Sanki:
"Adâlet, mülkün temelidir..." ifadesi, onun için vârid olmuştu.
Zengin ile fakir, sultan ile köylü aynı hakka sahipti. Gayr-i müslimlerin haklarına ise, onları vediatullah, yani devlete Allah tarafından emânet edilmiş, korunmaya muhtaç kimseler olarak kabul olunduklarından, daha çok riayet edilirdi. Bu yüzden gayr-i müslimleri hiç kimse incitmezdi. Osmanlı'nın bu adâletini gören hristiyanlar, onlara âdeta hayran oldular. Bilhassa Rumeli'deki fütûhâtın sür'atle genişlemesinde bu dillere destan Osmanlı adaleti pek müessir olmuştur. O derecede ki, İstanbul muhasara altında iken Papalıktan yardım istenmesi teklifine karşı, o devrin asillerinden Notaras'ın şöyle demiş olduğu tarihte pek meşhurdur:
"-İstanbul'da kardinal şapkası görmektense, Türkler'in sarığını görmeyi tercih ederim!.."
İşte bu yüce adâlet anlayışı ve tatbikatı sebebiyle birçok rahibe, müslüman olup Osmanlı kadınları gibi tesettüre büründü. Zulüm içinde yaşayan hristiyan halk, henüz fethedilmemiş yerlerde bir an önce huzur ve adâlete kavuşmanın hasretiyle Osmanlılar lehine casusluk bile yaptılar.
Lût Gölü etrafında yaşanan hâdiseler kadar, arâzinin jeolojik durumu da dikkat çekicidir. Göl, Akdeniz’in yüzeyinden dörtyüz metre alçaktadır. Gölün en derin yeri de dörtyüz metredir. Yâni Akdeniz’in yüzeyinden sekizyüz metre alçaktadır. Lût Gölü civârı hâricinde dünyânın deniz seviyesinden en alçak yeri ise, ancak yüz metredir. Sanki arâzinin yapısı dahî, Lût kavminin denâetini (alçaklığını) göstermektedir.
Ayrıca Rûm Sûresi’nin 3. âyet-i kerîmesinde bu bölgeye işaret edilerek “edne’l-ard: yeryüzünün en alçak yeri” ifâdesi kullanılmıştır. Bu ifâdeye Arapların yaşadığı bölgeye yakınlığından hareketle “en yakın yer” olarak mânâ verilmişse de, kelimelerin asıl mânâsı “yeryüzünün en alçak yeri” şeklindedir. Nitekim modern çağın gelişmiş teknik imkânlarıla Dünyâ’nın en alçak yeri araştırıldığında, onun, âyet-i kerîmede işaret edilen Lût Gölü havzası olduğu ortaya çıkmıştır. Böyle bir jeolojik gerçeğin, Kur’ân’ın nâzil olduğu dönemin insanları tarafından bilinmesi mümkün olmadığı çin, bu hakîkat, Kur’ân-ı Kerîm’inAllâh kelâmı olduğunun yakın zamanda ortaya çıkmış ilmî delillerinden biridir.
Lût Gölü’nün diğer bir özelliği de, tuz oranının yüzde otuz olmasıdır. Bu sebeple gölde balık ve bitki yaşamaz. Bu yüzden göle “bahru’l-meyyit” (ölü deniz) de denir. Bu lânetli mekânda hayvanların bile yaşamaması ayrı bir ibrettir. Zift renginde olan göl, iğrenç kokular neşreder. Sanki bu göl, civârında işlenen günahları
bu manzaraları ile insanlığa arz etmektedir.