Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Bireyselleşme özgürleşme demek değildir, daha çok tüketim bilinci ve kendi bilincinin bir karışımıdır. Kendini arayıştan, kendi belirsizliginden, hatta belki kendi bulunmuş yokluğundan doğan, uygulamalarının kinikligini ve uzlaşmazlıgını temel itibarıyla, hayat iksiri olarak kabul eden anlamında kendi bilinci. Belli bir yolla küçük Kafka’lar ortaya çıkıyor, Kafka’nın kahramanları tarzında: paradokslar arasmda akvaryumdaki ballk gibi hareket etmeyi bilen, banal gerçek roman kahramanları.
Bireyselleşen yaşamlar, çogunlukla istemeden, tarihin önlerine çıkardığı bir arama ve deneme evresine girdiler. Burada söz edilen şey, gerçekdışı hale gelen rol dağılımlarının (erkek, kadın, aile, kariyer) hâkimiyetine karşı, yeni sosyal biçimler “yaşamak”tır (kelimenin aktif anlamıyla). Şimdiye kadar bastırmaya alıştığımız özgürlüğü, dürtüleri ve arzuları ifade etmek ve onların peşinden gitmektir. Insanlar özgürlüğün, yaşamın tadını şimdi, uzak bir gelecekte değil, şu anda çıkarmayı düşünüyor, bilinçli olarak bir haz kültürü oluşturmak ve onu geliştirmek istiyor, ama kendi ihtiyaçlarinı hukuk içinde dönüştürme ve gerektiğinde kurumsal belirlemelere ve sorumluluklara karşı kullanma özgürlüğünü de istiyor. Kendi hayatını nasıl yabancı müdahalelere karşı koruyacağına ve bu alanın tecrübe edilir şekilde tehlikeye düştügü yerde sosyal ve politik olarak -muhtemelen politik çıkarların ifade ve organizasyonunun öngörülen biçimleri ve tartışmalarına pek girmeden-;nasıl hareket etmek zorunda kalacağına dair bir özgürlük bilinci gelişiyor.38
Reklam
Popüler şarkı sözlerinde hâlâ sonsuz aşktan söz ediliyor. Yapılan anketlerde iki kişilik yaşam hâlâ umutların ülkesi olarak niteleniyor; insanın yakınlık, sıcaklık, şefkat ve dışarıdaki beton çöllerine karşı bir dünya bulduğu bir yer olarak. Ama aynı zamanda ailenin kutsal dünyasının görüntüsü derin yaralar da aldı. Beyazperdede ve sahnede, romanlarda ve çaresizlikle kekeleyen deneyim raporlarında, ya da bakılan her yerde, müthiş bir çatışma göze çarpıyor. Cinsiyetler arasındaki mücadele günümüzün dramı haline geldi. Evlilik danışmanlarının işi başından aşkın durumda, aile mahkemeleri harıl harıl çalışıyor, boşanma rakamları durmadan yükseliyor. Son derece normal ailelerin gündelik yaşamlarında bile şu soru fısıldanıyor: Neden, ah, neden beraber yaşamak bu kadar zor?
Modern öncesi ve modern sonrası toplumlar karşılaştırıldıgında, her zaman, insanların hayatının eskiden çok sayıda geleneksel baglar tarafından belirlenmekte oldugu vurgulanır; aile ekonomisi ve köy birliklerinden, vatan, din, sınıf ve cinsiyet aidiyetlerine kadar birçok şey. Bu tür bağların her zaman iki yüzü vardır.2 Bir yanda bireylerin seçim
Geleneksel baglardan bu kopuş, bireye eski kontrollerden ve zorunluluklardan kurtulma olanağı verir. Ama aynı zamanda modern öncesi toplumun insanlarına tutunacak bir nokta ve güvenlik duygusu veren koşullari da ortadan kaldırmış olur. Emek piyasasının taleplerinden sosyal-cografi mobiliteye, oradan tüketim baskısı ve kitle iletişim araçlarına:
Psikoterapist Viktor E. Frankl’a göre “hayatın anlamsızlığından duyulan acı”, günümüzün önde gelen ruhsal sorunlarından biri oldu: Bugün bizler, Freud’un zamanındaki gibi cinsel degil, bilakis varoluşsal bir hüsranla karşı karşıyayız. Ve günümüzün psikolojik hastası artık Adler’in zamanında olduğu kadar aşağılık kompleksi içinde kıvranmıyor, tersine, bir boşluk duygusuyla toplumsallaşan derin bir anlamsızlık duygusunun pençesine düşmüş durumda.”11
Reklam
Sosyal tarih araştırmalarının da gösterdiği gibi, modern topluma geçiş sürecinde evlilik ve aile kurumu da derin bir dönüşüm yaşadı: Eskinin çalışma toplulugu giderek duygu toplulugu karakteri kazandı. Burjuva ailesinin ortaya çıkmasıyla birlikte “aile içi alanların duygusal olarak doldurulması”13, bugünkü modern aile imgemizin belirleyici unsuru olan şahsilik ve mahremiyetin oluşturulması söz konusu olmaya başladı. Bunun geleneksel bağların çözülmeye başladığı bir çağda meydana gelmesi herhalde tesadüf olmasa gerek. Çünkü duyguların ve bağların şimdi konsantre oldugu aile içi alan belli ki bir denge fonksiyonu görevini üstleniyor: Bu alan, modernizme geçişle birlikte dagılan paradigmalarin ve sosyal ilişkilerin yerini almış durumda. Aile özlemini harekete geçiren şey, bireyde yalıtılmışlıklık duygusu 've anlam yitimidir artık: Aile artik “içsel vatansızlık” halini katlanılır kılan bir ve yabancılaşan ve konuksever olmayan dünyada sıgınılacak bir “liman” dır.“
Modern öncesi toplumun geleneksel bağlan, kan davranış kuralları ve talimatlar içeriyordu. Bunlar çözüldükçe hayatın çapı da genişledi, hareket alanları ve seçim imkânları kazanıldı. Hayat akışı birçok noktada daha açık ve şekillendirilebilir oldu.23 Bu şekillendirilebilirligin dogrudan sonucu, bireyin giderek, gündelik yaşamın basit sorunlarından (tatile nereye gidilecek, hangi marka araba alınacak vs.) uzun süreli hayat planlamasını ilgilendiren sorunlara kadar (hangi egitim dalı, kaç çocuk vs.?) daha çok düzlemde karar vermekle karşı karşıya kalması oldu. Ondan namuslu bir vatandaş ve eleştirel bir tüketici olması istendi; fıyat bilincine, çevre bilincine sahip olması, nükleer enerjiden, ilaçların nasıl kullanılacağına kadar her konuda bilgili olması beklendi. Bu “aşırı seçim olanaklarına sahip yaşam”24, modernleşme teorilerinin betimlediği gibi, sık sık bireyler tarafından aşırı yük olarak hissedilir oldu. Ama şimdiye kadar pek fark edilmeyen şey, asıl yükün bireyin artık tek bir birey olarak yaşamayı bırakıp ikili bir yaşama geçtiğinde ortaya çıktıgıdır. Zira o zaman doğrudan ya da dolaylı olarak eşi ilgilendiren bütün konularda -televizyon programından tatilde gidilecek yere, evin döşenmesinden çocukların nasıl yetiştirilecegine kadar-aynı anda iki kişinin düşünceleri ve arzuları, alışkanlıkları ve normları karar verme süreçlerine dahil edilmek zorundadır. Sonucu tahmin etmek zor degil: Karar verme alanı ne kadar karmaşıksa, evliligin çatışma potansiyeli de o kadar büyüktür.
Boşanma nedenleri konusunda yapılan yeni araştırmaların da gösterdigi gibi, kadınlar duygusal olarak doyurucu, iyi bir bırlikte yaşam konusunda yüksek beklentilere sahip; bu yüzden de erkeklerden daha büyük oranda evliliklerinden hoşnut degiller.53 Tıpkı Ibsen’in Nora’sı gibi; o da evi terk etmiştir, koca mutlu göründügü halde. Nora ancak, ilişkileri gerçek “bir evlilik” olursa geri dönecektir, yani onun anlayışına göre bir evlilik. Burada işaretlerini gördügümüz egilimi belki şöyle formüle etmek mümkündür: Hüsran durumunda eskiden kadınlar umutlarını bır kenara bırakırlardı. Buna karşın günümüzde umutlarını sıkıca sarılıyorlar ve evliligi bir kenara bırakıyorlar. Son zamanlarda yapılan bir çalışmada kadınlara, dışarıdan bakıldıgında “her şeyin yolunda” gittigi görülen bır evliligi neden bitirdikleri soruldu. Yazar sonuçları şu şekilde özetliyor: [Vazgeçtiler, çünkü evliliklerinden elde edebileceklerinden daha fazlasını istiyorlardı. Annelerimiz için -ve aslında yöneldigimiz durumda bizim için- kabul edilebilir olan evlilikler artık bu durumunu korumuyordu. Bu kadınlar başlarını altına sokacakları bir çatidan daha fazlasını; kendilerini destekleyecek bir koca ve bakacakları çocuklar istiyorlardı. Duygusal yakınlık, ilişkide eşitlik ve bununla birlikte kendi yaşamları üzerinde kontrol sahibi olmak istiyorlardı.]54 Böylece çatışma potansiyeli büyüyor ve eşzamanlı olarak da çatışmayı giderme olanakları azalıyor.
Evliliği hüsrana uğrayan kadın eskiden mutluluğa dair umutlarını bir kenara bırakırken, günümüzde umutlarına sarılıyor ve evliliğini bir kenara bırakıyor. Erkekler ve kadınlar, eski ilkelerle yeni yaşam biçimleri arasında sıkışıp kaldı.
105 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.