Hiçbir zaman bir Avrupa sömürgesi olmamasına rağmen petrol zengini İran'a, on dokuzuncu yüzyıldan beri İngiliz ve Rus emperyalistler egemen olmuştu. Afgani, 1891'de büyük antiemperyalist hareketlerin ilkine tanıklık etmişti. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra fazlası gelecekti. Osmanlı İmparatorluğu'nun büyük bölümünü almakla yetinmeyen zamanın İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, İran'ı ilhak etmek için bir tezgah hazırladı; erken biyografisini yazan Harold Nicolson'ın ifadesiyle, Curzon' a göre "Tanrı, İngiliz üst sınıfı İlahi İrade'nin bir aracı olarak şahsen seçmişti." İran milliyetçiliği, böylesine kaba bir dış müdahale karşısında yirminci yüzyılın ilk yarısı boyunca güçlendi. 1953'te İngiliz istihbarat subaylarıyla birlikte çalışan CIA, Batının petrol çıkarlarını ulusallaştırmakla tehdit eden Muhammed Musaddık'ın seçilmiş hükümetini devirip, Şah Rıza Pehlevi'yi yeniden başa geçirince, milliyetçiliğin ateşlenme anı geldi. Başında Batı destekli bir despotla İran, dekolonizasyon çağında geriye doğru gidiyor gibiydi ve şah, ülkedeki bütün milliyetçi, sosyalist ve liberal örgütleri çökerterek Batıdaki destekçilerine lütufta bulundu ve anlaşıldığı üzere açıkça İslami bir hareketin yolunu açtı.