kitapla en sevdiğim yazarlardan biri olan patrick rothfuss sayesinde tanıştım. yazarın uzatmadan direkt duruma odaklanmasını sevdim fakat kitabın ilk 150 sayfa kadarcık bir kısmını okurken pek bir şeye benzemiyor gibi gelmişti. asıl zirveye oradan sonra ulaşıyormuş meğerse, belli bir harekete bindikten sonra asla durmadı ve kitap boyunca olaysız ve hareketsiz bir sayfa okumadım. kitabın atmosferini kral katili güncesi'yle benzer buldum diyebilirim. (karşılaştırmak ne kadar doğruysa) konu bakımından kral katili'ne göre çok daha basit bulsam da işleniş biçimi kral katili'nden çok daha mükemmeldi. olayların akış şekli zekice planlanmıştı, kitabın faklı iki zamanın parçaları şeklinde olması da çok hoşuma giden diğer bir ayrıntı. karakter bakımından çok farklı gözüken bir şey yoktu, hepsini de çok sevdim. özellikle sabetha hakkında daha fazla şey öğrenmek için sabırsızlanıyorum.
Perelandro Evi'nin çatısında oturan Peder Zincir yıllar önce Gölgeler Tepesi'nin Hırsızbaşından satın aldığı küçük yetime, daha doğrusu onun zamanla olup çıktığı on dört yaşındaki, şaşırtıcı derecede kibirli çocuğa dik dik bakıyordu.
"Günün birinde Locke Lamora," dedi adam, "günün birinde öyle ihtişamlı, öyle hırslı, öyle muazzam bir hata yapacaksın ki gökyüzü ışığa boğulacak, aylar fırıl fırıl dönecek ve tanrılar neşeyle kuyrukluyıldızlar sıçacak. Umarım o günü görebilecek kadar yaşarım."
"Avucunu yalarsın," dedi Locke. "Öyle bir şey asla olmayacak."