Benden ayrılırken, beynin kıvrım kıvrım istifham dolu, kendini sokakların cereyanına bıraktın:
"Bu adam da kimdir? Bu izbede ne arıyor? Oturduğu damaltı, ev midir, boş bir mescid mi, eski bir tekke mi, ne? Ona kimler bakıyor? Nerede doğdu, kimin nesi, nasıl yetişti, neler gördü ve geçirdi; ve nihayet ne oldu?"
Heyhat ki oğlum, senin bazı fikirler etrafında muhtaç bulunduğun dekor eşyası müstesna, bu hususlarda elde edebileceğin hiçbir şey yok...
Zira ben, yetmiş şu kadar senelik hayatım boyunca, Anadolu’nun bir köşesinde; bir cami ile bir çeşmeye ve çerden çöpten birkaç çatıya malik köyüm... Nihayet, beni sığındırdıkları köşe... Bildiğim suratım ve hâlimle, senin için nüfus kâğıdı çerçevesinde bir merak mevzuu olmaya pek değmem.
Vazgeç bütün bunlardan...
İstersen beni, bellibaşlı bir hayatı, doğum yeri, oturduğu yer, suratı ve edâsı olan saf bir fikir diye ele al!
Bunu yapamaz mısın?
Farzet ki ben, sana bir başka cesedin, bir başka çehrenin ve birkaç müşahhas hususiyetin içinden seslenen; her istedikçe karşısına çıkan ve her istedikçe karşısına çıkabileceğin saf ve mücerret bir fikirden ibaretim:
> Aynadaki hayalinin nabzı,
Duvardaki gölgenin kanı,
Dağ başındaki çığlığının aksi,
Rüyandaki temasın vücudu...
Böyle bir şey.
Eğer beni mutlaka şahıslandırmak istiyorsan, sana kendi hakkımda gayet basit bir izah anahtarı verebilirim. Basitlerin basiti, üzerinde hiç durmadan geçilecek bir izah:
> Tanrıkulu, alelâde bir Müslümandır!