1946, belki 1947 yılı. . . Beyoğlu'nda İstiklal Caddesinin yokuş aşağı olan yan sokaklarındaki meyhanelerden birindeyiz. İlhan Selçuk, Çetin Even, Çetin Altan ve daha adlarını anımsayamadıklarım. Yanlarımızda eşlerimiz de var. Çetin Altan yüksek sesle konuşuyor ve bana sık sık ulan diyor. Bu sözü hiç sevmiyorum. Bunu söylemek bir içtenlikse, bir yakın olma belirtisiyse, Galatasaray Lisesi öğrenciliğin­ den tanıdığım Çetin Altan'la o günlerde yeni yeni tanışıyoruz. Ulan lafından çok sıkılıyorum ama, o sırada sıkıldığımı belli etsem tatsızlık olacak, içki sofraının keyfi kaçacak, hele eşlerimizin yanında . . . Hiç aldırış etmiyorum. Böyle durumlarda.
Sayfa 795 - Nesin yayınevi 2015Kitabı okudu
840 syf.
·
Puan vermedi
·
49 günde okudu
Bu kitabı okumaya başladığım andan itibaren şu sözler geçti aklımdan: "Benim hayatımı yargılamadan önce, Benim ayakkabılarımı giy, Ve benim geçtiğim yollardan, sokaklardan, Dağ ve ovalardan geç... Ancak ondan sonra beni yargılayabilirsin..." Aziz Nesin çok yargılanmış bir yazar. Çoğunlukla da yargılamaya hakkı olmayanlar tarafından, yani yeterince tanımadan. İçtenlikle yazılmış bir biyografi kitabı okumak insana çok şey katıyor. Sadece bir insanı değil, bir devri, hatıraları, tarihi de okuyorsunuz. Kişiliğinin, inançlarının nasıl ilmek ilmek örüldüğünü görüyorsunuz. Beni özellikle çocukluk dönemi hatıraları çok duygulandırdı. Bu kadar ayrıntıyı nasıl hatırlayabildiğine şaştım. İyi ki de hatırlamış ve bize aktarmış. Kitapta beni etkileyen bir bölümü de paylaşmak istiyorum. Soyadı kanunu çıktığında herkes kendisine bir soyadı seçiyor. Babası da Aziz Nesin'den bir soyadı seçmesini isteyince şöyle soruyor kendisine "nesin sen?" Ve Nesin soyadını seçiyor. Bunu çok anlamlı bulmuştum okuduğumda. Bu kitap, insanı günlük tutmaya, hatıraları not etmeye ve ne yaşadığına dikkat etmeye teşvik eden bir kitap. Son söz olarak yıllar önce okuduğum, günlüklerden derlenmiş
Oma
Oma
dan bir alıntı bırakıyorum: "Bu kitap bir davettir; kişisel bir tarih şuuru geliştirebilmek için anı yazmaya, hoşgörüye, önyargısızlığa ve herkesi kendini bulmaya, kendi- yalnızca kendi olmaya açık bir davet!"
Aziz Nesin'in Anıları: Böyle Gelmiş Böyle Gitmez
Aziz Nesin'in Anıları: Böyle Gelmiş Böyle GitmezAziz Nesin · Nesin Yayınevi · 2015209 okunma
Reklam
Bir Gazi bir de Ebrar'la dertleri bitmedi gitti!
O zamanlar Atatürk'e -soyadları alınmadığından- Mustafa Kemal Paşa, daha çok da Gazi denilirdi. Babam da Hafız da bir kez bile Gazi ya da Mustafa Kemal sözünü ağızlarına almamışlardı. Mustafa Kemal'den söz etmek gerekirse ona ya "Kör" ya da "Selanik dönmesi" gibi sözler söylerlerdi. Bütün bağnazlar, gericiler arasında Mustafa Kemal "Kör" ya da "Dönme" diye anılırdı. Mustafa Kemal biraz şehla bakışlı olduğundan gözünün birinin cam olduğunu söyler, bu yüzden ona Kör derlerdi. Selanikli olması yüzünden de Yahudi dönmesi sayılırdı.
Aziz Nesin'den güzel bir tavsiye: “Şiddet gören kadınları sığınma evlerine kapatmak yerine, şiddet uygulayan sığırları hayvan barınaklarına kapatın.”
275 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
8 günde okudu
Böyle Gelmiş Böyle Gitmez...
Merhaba Dostlar,
Bir Sürgünün Anıları
Bir Sürgünün Anıları
ile başlayan
Aziz Nesin
Aziz Nesin
maceram şimdilik burada son buluyor. Biliyorum çok sıkıldınız Aziz Nesin alıntılarından, ama inanın bana başlayınca insan bırakamıyor. Bu kadar kitap yazan, kimsesiz çocukları okutmayı amaç edinen ve bu amacını gerçekleştirmek için Nesin Vakfı'nı kuran bu eşsiz insan nasıl merak edilmez ki! Özyaşam
Yokuş Yukarı
Yokuş YukarıAziz Nesin · Nesin Yayınları · 2015223 okunma
Üçüncü sınıftan beri arkadaşlığımızın sürdüğü yalnız Salih'ti. Zekâi Bey'den en çok dayak yiyen oydu. Hiç bir derse bikez bile zamanında gelmedi. Biz sıralarımıza oturduktan, öğretmen kürsüye geç­tikten sonra ağır ağır girerdi içeri. O da sümüklüy­dü. Sümüğü burnundan iner iner, sonra furt diye çe­kerdi içeri...
Reklam
Onun bir iğne oyasına bugün tüm kitaplarımı feda ederdim
Ben hastaneye gittiğim zaman, hastalar öğle yemeklerini yemiş olurlardı. Annem, kendi yemeğin­ den bana da ayırmıştır, hergün ayırır.
ANNNELER DAYAK YER "Çevremizde kadınların kocalarından dayak yemelerinde hiçbir olağanüstülük görülmüyordu. Karşımızdaki odada oturan Zehra'nım Teyze her akşam doğulu kocasından dayak yerdi. Ama Zehra'nım hiç sesi duyulmazdı da, sanki dayak yiyen kendisiymiş gibi kocasının bağırtısı ortalığı inletirdi. Havva'nım Teyzem, kocası Karadenizli Hasan Efendi'den iki-üç günde bir dayak yerdi çünkü onlar gençtiler, daha yeni evliydiler, birbuçuk yıllık... Evlilikleri kocasının her akşam karısını döveceği kadar eskimemişti. Komşu kadınların kocalarından nasıl dayak yediklerini anneme anlattıklarını duyardım. Dayaktan çürümüş yerlerini gösterirlerdi. Bu yakınmalarında gizli bir övünme bile olduğunu şimdi sezinler gibiydim. Annem, kocasından dayak yemeyen kadınlardandı. Babamın dayak atmayan koca olduğundan değil, annnemin dayak atılamayacak kadın oluşundan... Böyleyken, babam iki kez annemi dövdü. Benim kuşağımdan olup da annesi babasından dayak yememiş olanlar çokazdır, hele benim sınıfımdan olan ailelerde babaların anneleri dövmesi çok doğal sayılırdı. Toplumsal birikimimiz bu yönde olduğundan bugün de uygar ve aydın sayılanlar içinde bile eşlerini döven yüksek düzeyde hayvanlar bulunduğunu hepimiz biliriz."
Evlerinde yangın olur, 18 yaşındaki annesi 2 çocuğunu ve bir de dikiş makinesini zar zor kurtarır. Gerisini Aziz Nesin'den dinleyelim: "Annem dikiş makinesinde amerikan bezinden asker çamaşırı dikip, kazandığı parayla bizi besliyor. Sonra dantel örmeye, o zamanki kadınların başlarına örttükleri yemenilerin, başörtülerin kenarlarını süsleyen oya işlemeye de başladı. İdare lambası denilen petrol kandilinde geceleri gözü iyi görmediği için, gündüzleri dantel örer, oya işler, geceleri de makinede çamaşır dikerdi. Yatağımda dikiş makinesinin tıkırtıları içinde uyuyakalırdım... Yıl 1919, 20 olacak. Babam yok ortalarda. O çok daha önceleri Anadolu'ya gitmiş , bizi öyle bırakıp. Anadolu'da Kurtuluş Savaşı var.. Onsekizindeki annem, o oyaları renkli kuka ipliklerinden değil de gözyaşlarından, gözünün ışığından örer, işler sanırdım. Anamın elinden çıkmış o oyalardan bitekine şimdi bütün kitaplarımı, bundan sonra yazacaklarımı da verirdim.."
Aziz Nesin'den bir dönem incelemesi
Atatürk zamanında edebiyatımızı yabancılara tanıtma tanıtma çabası vardı. Örneğin 1935'te, o zamanki İçişleri Bakanlığı Basın Yayın Genel Müdürlüğü, zamanın ünlü edebiyatçılarının eserlerini Fransızcaya çevirtmiş, Antholgie des Ecrivains Turcs d'Aujord'hui adlı bir kitapta toplayarak, bu kitabı bütün yabancı elçiliklere dağıtmıştır. Bu kitapta şu adlar vardır: Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Ziya Gökalp, Kemalettin Kami, Faruk Nafiz, Nazım Hikmet, Ahmet Kudsi, Necip Fazıl, Behçet Kemal, Yaşar Nabi, Ahmet Muhip, Yakup Kadri, Ömer Seyfettin, Refik Halid, Aka Gündüz, Reşat Nuri, Mahmut Yesari, Sadri Ertem, Peyami Safa, Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref, Vedat Nedim, Cevdet Kudret. Düşününüz ki o zaman Refik Halid, Yüzellilik olarak yurtdışında sürgündü. Düşününüz ki Nazım Hikmet bir komünist şair olarak iktidara karşıydı. Ne var ki kendisine güvenen bir iktidar vardı ve bu güvenli iktidar, hazırladığı anatolijide Nazım Hikmet'e en geniş yer ayırmaktan çekinmiyordu.
Sayfa 180 - Nesin YayıneviKitabı okudu
Reklam
Aziz Nesin'den bir dönem incelemesi
Benim ve benim kuşağımdan olan sanatçıların, kamuyu ilgilendirecek ilgiç anıları, anlatılmaya değer yaşamları yok. Oysa bizden önceki kuşaktan hemen bütün yazarlara bakınız, hepsi de Cumhuriyet'in kuruluşunda da, ondan sonra da önemli yerler almışlar, değerlendirilmişlerdir. Onlar devlet otorisinden otoritelenmişler, ünlenmişlerdir. Atatürk'ün sofrasında, yakınında bulunmuşlardır. Onların ünü, açıkça söylemeliyiz ki, kendi gerçek değerlerinden çok, bulaşmış oldukları iktidarın otoritesinden gelmiştir. Değerlerini topluma benimsetmek, sanat güçlerini, kişiliklerini kamuya onaylatmak için ayrı bir çabaları, savaşları olmamıştır; hiç değilse bizim gibi olmamıştır. Biz iktidara karşı, iktidarın karşısında, kişiliğimizi zorla, söke söke kazandık. Bunu ne bizden önceki kuşaklar için bir yergi, ne de kendi kuşağımdaki sanatçılar için bir övgü olarak söylüyorum; bir gerçek, bir olgu olduğu için bu soruna değiniyorum.
Sayfa 179 - Nesin YayıneviKitabı okudu
Babam Kuvayı İnzibatiye'den değildi. Ama sonuna dek padişahcı ve Abdülhamit'e bağlı kaldı. Böyleyken niçin onun, çoluğunu çocuğunu bile yüzüstü bırakıp Anadolu'ya gittiğini, düşmanla gönüllü savaştığını, bu uğurda yanıp hastalandığını bugüne dek çözümleyebilmiş değilim. Olsa olsa bu yurdun düşmandan kurtulma savaşıydı, onun için bu savaşa asker de değilken kendiliğinden katılmıştı. Ama "makam‐ı saltanat"a bağlı, "Abdülhamit Efendimiz"in anısına saygılıydı.
Sayfa 56
Ey azizan kış geçer, geçmez azab -ı imtinan Bir eteksiz kürk içün takbil -i dâme den geçin ! Şu demektir : “Ey dostlar ! Kış geçer ama, başa kakmanın acısı geçmez, bu yüzden bir eteksiz kürk için etek öpmekten vazgeçin !”
Sayfa 543Kitabı okudu
Yüksek Düzey Hayvanlar ...
Havva'nım teyzem, kocası Karadenizli Hasan Efendi'den iki- üç günde bir dayak yerdi çünkü onlar gençtiler, daha yeni evliydiler, birbucuk yıllık.. Evlilikleri kocasının her akşam döveceği kadar eskimemişti. Komşu kadınların kocalarından nasıl dayak yediklerini anneme anlattıklarını duyardım. Dayaktan çürümüş yerlerini anneme gösterirlerdi. Bu yakınmalarda gizli bir övünme bile olduğunu sezer gibiyim. Annem kocasından dayak yemeyen kadınlardandı. Babam dayak atmayacak koca olduğundan değil, annemin dayak atılmayacak kadın oluşundan.... Böyleyken, babam iki kez annemi dövdü. Benim kuşağımdan olup da annesi babasından dayak yememiş olan çok azdır, hele benim sınıfımdan olan ailelerde babaların anneleri dövmesi çok doğal sayılırdı. (Toplumsal birikimimiz bu yönde olduğundan bugün de uygar ve aydın sayılanlar içinde bile eşlerini döven YÜKSEK DÜZEY HAYVANLAR bulunduğunu hepimiz biliriz.)
Resim