Konya'dan sonra, esmer Adanalı genç —ki o zamana kadar gayet seyrek görünmüştü— birkaç arkadaşiyle geldi, karşıma oturdu. Kendi aralarında konuşmaya daldılar. Ve beni sinsi bir müşahede altında tutmaktan öteye hiçbir davranış göstermediler. Hattâ esmer Adanalı genç, kendisine hitap ettiğim zaman o kadar kaçamaklı cevaplar verdi ki, benimle konuştuğu görülürse sanki Üniversite diplomasından mahrum kalacakmış gibi bir kaygı duyduğunu belli etti. Fakat yine o genç, bu kadar ihtiyatlı ve ihtirazlı olmasına rağmen dayanamadı ve birdenbire muazzam bir nükte savurdu. Bakın, ne münasebetle: Konya'daki ziyaretçilerimden birinin beş altı yaşındaki küçük kızı da beraberlerindeydi. Tren Konya'dan kalkarken, annesi küçük kıza, elini bana doğru kaldırıp «güle güle!» demesi için ısrar etmiş, fakat çocuğa lafını dinletememişti. Galiba küçük kız, içinden «ağlaya ağlaya!» demek gelirken «güle güle!» klişesini kullanamıyordu. Henüz mürailik çağına varmamıştı. Ve öylece ayrılmıştık. İşte esmer Adanalı genç bu hâdiseyi hatırlattı ve nüktesini savurdu:
— Size nasıl «güle güle!» desin?.. Ya beş yaşındaki çocuğu Büyük Doğu'cu diye tevkif ederlerse...
Titredim. Olanlar bitenlere göre, bu nüktede, ne edebiyat, ne mübalağa, ne bir şey, sadece yalçın bir hakikat gördüm. Hem nükteyi savuran genci, hem de bütün memleketin halini bu nüktenin çerçevesinden seyrettim.