Zamanı Durdurmanın Yolları
"Ağaç orada, olduğu yerde sakin sakin durup yavaşça büyür, yaprak çıkarır ve yaprak döker, yine yaprak çıkarırken mamutların nesli tükendi, Homeros Odysseia'yı yazdı, Kleopatra saltanat sürdü, İsa çarmıha gerildi, Siddhartha Gautama sarayından ayrılıp halkının acıları için gözyaşı döktü, Roma İmparatorluğu düşüşe geçip çöktü, Kartaca işgal edildi, Çin'de mandalar evcilleştirildi, İnkalar şehirler inşa etti, ben Rose'la birlikte kuyudan su çektim, Amerika kendi kendiyle savaştı, dünya savaşları yaşandı, Facebook icat oldu, milyonlarca insan ve başka türde hayvan ne yaptıklarını pek de bilmeden kısacık hayatlarını yaşayıp savaştı, üredi ve mezara gitti ama ağaç hep vardı. Zamanın verdiği bildik bir ders bu. Her şey değişir ve hiçbir şey değişmez."
Braudel, Avrupa kentlerini anlattığı kitabında (Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm) İslâm şehirlerinin düzensiz, pis, yazın tozlu kışın çamurlu sokaklan olan yerler olduğunu yazdı. Ona göre bu şehirler ancak siyasî olarak bağımsızlaştıkları dönemlerde (İslâm toplumunun kargaşalarla parçalandığı anlarda) Avrupa'daki kentlere benzemişlerdir. Bu yazarlar Batı dışında başka bir hayat kurulabileceğini ve bu hayatın dinamiklerinin teşekkülünün farklı olabileceğini kabul etmiyorlardı.
Bütün dünya ölüme doğru sürükleniyor; her şey ölüyor. Tüm ilerlemelerimiz, kendimizi beğenmişliğimiz, reformlarımız, lüksümüz, refahımız, bilgimiz aynı akıbete uğrayacak - ölüm. Bu kesin. Şehirler kurulur ve dağılır, imparatorluklar yükselir ve düşer, gezegenler parçalara ayrılıp dağılır ve toza dönüşür, başka gezegenlerin atmosferine karışır. Ezelden beri bu hep böyle oluyor. Ölüm her şeyin sonudur. Ölüm hayatın, güzelliğin, refahın, gücün ve erdemin de sonudur. Ermişler de ölüyor günahkarlar da, krallar da ölüyor dilenciler de. Hepsi ölecekler ama yine de herkes hayata sıkı sıkı tutunuyor. Nedenini bilmiyoruz ama hayata tutunuyoruz; bundan vazgeçemiyoruz.
İnsan sadece kendi başına gelişebilir. Kendi içinden çıkamadığı bilinciyle insan daima yalnızdır. Geri kalan her şey bir sanrıdır, şüphelidir. Asla değişmez bu. Okul yıllarında tamamen yalnızsınızdır. Sıra arkadaşınız vardır ve yalnızsınızdır. İnsanlarla konuşursunuz, yalnızsınızdır. Fikirleriniz vardır, gariptir, size aittir, her zaman yalnızsınızdır. Ve bir kitap yazdığınızda, veya benim gibi kitaplar yazdığınızda çok daha yalnızsınızdır. Kendini anlaşılır kılmak imkansızdır. Tek başınalıktan, yalnızlıktan çok daha yoğun bir yalnızlık, bir soyutlama doğar. Nihayetinde, yer değiştirirsiniz. Daha çabuk başka yere gidersiniz, daha büyük şehirlere kaçarsınız. Küçük şehirler size yeterli gelmez. Viyana yeterli değildir, Londra yeterli değildir. Dünyanın başka yerlerine gitmelisinizdir. Yabancı dillerin konuşulduğu bir yerlere gidip gelmeye çalışırsınız. Belki de Brüksel’dir orası, ya da Roma’dır. Bu yüzden, nereye giderseniz gidin daima yalnızsınızdır, kendinizle bir başınasınızdır. Gittikçe berbatlaşan işlerinizle yalnızsındır.
Thomas Bernhard "Yalnızlık üzerine"
"Niye hepimiz böyle kuyrukta bekliyoruz?" diye sordu Tom en sonunda. "Niye bekliyoruz tükürmek için burada?"
Grigsby dönüp bakmadı ona; güneşi tartmakla meşguldü.
"Bak Tom, bir sürü neden var." Dalgın bir havayla, artık olma yan cebine, bulunmayan sigarasına el attı. Tom bu hareketi milyon larca kez görmüştü. "Tom, bunun nedeni nefret. Geçmişteki her şe ye karşı duyulan nefret. Soranm sana Tom, nasıl oldu da böyle bir du ruma düştük biz; şehirler yıkıntı halinde, yollar bombalardan delik deşik, mısır tarlalannın yarısı geceleri radyasyonla parlıyor. Berbat bir durum değil mi bu, söylesene?"
"Evet efendim, sanırım öyle."
"Evet öyle, Tom. Seni tamamen çökerten, harap eden şeyden nefret edersin. İnsanın doğasıdır bu. Düşünmeden yapar belki, ama gene de insanın doğasıdır."
"Nefret etmediğimiz hiç kimse ya da hiçbir şey yok."
"Doğru! Geçmişte dünyayı yöneten Allahın cezası kişilerin hari ka marifeti. Şimdi bak şu halimize, bir perşembe sabahı; bir deri bir kemik kalmışız, üşüyoruz, mağaralarda, inierde yaşıyoruz, sigara yok, içki yok, festival yapmaktan, festivallerimizden başka işimiz kalma mış, Tom."
Beş şehir, İstanbul, Ankara, Konya, Erzurum ve Bursa şehirlerinin Tanpınar’da bıraktığı izlenimleri içeren, gezi-anı türünde yazılmış bir kitaptı.
.
Bu beş şehirin hepsi de Tanpınar’da iz bırakmış, yaşamının belli dönemlerini geçirdiği, aynı zamanda tarihsel olarak da önemi olan, o tarihi dokusunu ve gizemini kaybetmemiş şehirler. Tanpınar’ın
Oysa ne dar görüşlülüğün dar mekanla ne de geniş görüşlü olmanın geniş mekanlarda yaşamakla bir bağlantısı var. Belki tersi bile doğrudur: Şehirler kalabalıklaştıkça insanların yanlızlaşması başka nasıl açıklanabilir?
akasya ağaçlarının beyaz çiçeklerini döktüğü
bir yoldan geçerdi kız çocuğu
tanımadığı insanların
acıya aşina yüzlerinden geçerdi.
hava soğuktu...
bir ayaza savururdu düşlerini.
yağmurun izlerini silerdi ,
çarpık düşüncelerin
Eski Türk topluluklarının özellikle su kaynaklarına (ırmak, göl vs.) ve yaylak-kışlak hayatı üzerinde kurulu bir sistemleri vardı. Bu her boyun kendi insan topluluğu ve ekonomisinin temeli olan hayvanlarıyla birlikte yaşadığı belirli bir alan vardı anlamına gelmektedir. Böyle bir hayat tarzını asalak toplumların yaşadığı ile karıştırmamak gerekir. Bozkırın derinliklerinde doğa ile bütünleşmiş insan gruplarının hayatlarını sürdürebilme mücadelesidir. Tarıma elverişli alanlar bulamayan kabileler büyük sürüler halinde baktıkları hayvanların ürünleriyle hayatlarını devam ettirebiliyorlardı. Üretim fazlalarını da komşu yerleşik topluluklarla değiş tokuş yaparak kendi ihtiyaçlarını giderme yoluna gidiyorlardı. Özellikle at ve koyun ile bu hayvanlardan elde edilen ürünler, Altay Dağları'ndan çıkarılan demir komşularının dikkatini çekiyordu. Tabii ki bozkırda yaşamak çok zordu. Vahalarda, verimli arazilerde yaşamanın kolaylığı ve getirdiği ekonomik zenginlik bozkırda yaşayan toplulukları her zaman cezbediyordu. Vurgulanması gereken bir başka nokta Eski Türklerin yaşamaya uygun alanlarda yerleşik hayata geçmeleri ve şehirler kurarak, bu hayat tarzında eserler meydana getirmeleridir. Ayrıca kendilerine tarım alanları açarak hem tahıl hem de meyve-sebze yetiştirmişlerdir. Dolayısıyla sözünü ettiğimiz Avrasya coğrafyasında bütün Türklerin yaylak-kışlak hayatını sürdürdüklerini söylemek pek doğru olmaz. Kısacası Türkler kendilerine elverişli buldukları alanlarda hayat tarzlarını değiştirdiler, daha kolay ve rahat olan yerleşikliği tercih ettiler.
OSMAN GAZİ
Dünyanın en büyük devletlerinden birinin kurucusu
Osman Gazi; imanını, azmini harc ederek inşa ettiği, 623 yıl payidar olan, büyük ve şerefli İslam devletini kurucusu büyüğümüz... O'nun, Rıza-i İlâhî uğruna gösterdiği ihlaslı gayretleridir ki, şanlı devleti altı asır üç kıtada payidar kılmıştır. Yine yaptığı Kur'an hizmeti
Dil konusu gelince Mustafa Hoca'nın ilgisi hemen artıyor. Bu meseleyle az uğraşmamış, defterler doldurmuş. İşte küçük bir deftere Türkçedeki beş yüze yakın kelimenin nereden geldiğini yazmış:
• Diploma; Yunancada iki kere katlanmış anlamına geliyor.
• Defter de aynı dilde 'diphteria' yani yüzülmüş hayvan derisinin değişik bir
Sahabileri düşünen kimse onların hem ciddî bir amel ve çaba, hem de büyük bir korku içinde olduklarını görür. Biz ise, amelde gevşek hatta ihmalkâr olduğumuz gibi aynı zamanda korkudan uzakta, güven hissi içindeyiz.
İşte Ebû Bekir Sıddık Radiyallahü Anh
O: "Keşke bir mü'minin bedeninde bir tüy olsaydım!" demiştir.
Bunu Ahmed b.
Son zamanlarda okuduğum en iyi kitaplardan biri.. Bu konumu 1984’e vermiştim şimdi Göğü Delen Adam’a geçti. Zaten çok farklı gidişatlarda olsa da bu kitapları birbirine benzetip “1984’ün başka bir versiyonu demiştim” okurken..
İnsanın acizliğinin çok bariz göstergesidir bu kitap. Bir de açgözlülüğünün, para hırsının, haydut ve soygunculuğun.. Ve
Büyüdük ama hâlâ başımızın hafifçe okşandığı bir hayat diliyoruz biz.
5 veya 6 yaşlarındayım. 2 yaşındaki kardeşim evden çıkıp gitmiş köyün arasına oyun oynamaya. Fırlamaydı kerata. Kişiliği neredeyse bende silinmeye yüz tutmuş hacı dedemi hatırlıyorum. O sırada balkonda rengi güneşten kreme çalmış sandalye üzerinde oturuyor. Ben geldim o sıra.