“Gidene güle güle denir, canımın içi,” (:
Sezin Akbaşoğulları ve Erdal Beşikçioğlu'nun başrollerini paylaştığı sinema filmini izlemiştim çok uzun zaman önce, çok da hoşuma gitmişti açıkçası. Beyaz perdeye aktarılan kitapları ilk başta okur sonra izlerdim bunda tam tersi oldu ki iyi ki de olmuş. Kitabı okuduktan sonra filmini izler miydim diye ikileme düştüm şahsen. Yazarın iç diyologları bazı sayfalarda beni bunalttı artık. Çok fazla dolambaçlı cümle vardı yapıtta. ' Bu yazar ne anlatıyor ya ben ne okuyorum ya da yazara ben buradayım benimle konuş :d' diye kendi kendime sorguya düştüğüm kısımlar da oldu. Edebi değeri alengirli olan cümleler de vardı, etkilendiğim...
Müzeyyen'i kendi içine sığamayacak kadar çok sevdiğini düşünürken, aynı zamanda Arif'in yazacağı romanda duygularını bir kişi üzerine bağlayarak betimlemesi gibi de geliyor. Hani sevdiği değil de yaratmak istediği kadın karakter aslında Müzeyyen idi. Yani adamın her yerde onu görecek kadar, benzetecek kadar saplantılı olduğu durumu ve buna sebebiyet veren, kendi gözünde kuğu gibi,eşsiz olan kadını anlatıyor gibi. Yanılıyor veya yanlış anlamış da olabilirim. Ama bu şekilde hissettim kitap bittikten sonra.
Filmden dolayı mıdır bilmiyorum ama beklentimi karşılamadı, okumasam da olurmuş yani diyorum. Sadece filmini izlemek de yeterliymiş gibi. (:
İnce bir detay da vererek bitireyim
- Okusam ne olur,
okumasam ne? -