Dostluğumuz otuz yıl bile sürmeyecekti. Ne de az, otuz yıl. 1950'de bizler, Türk halkı ve dünyanın dört bir yanındaki ozanlar seni hapisten kurtardığımız zaman, bir on dört temmuz günü, dosdoğru yaşamın içine daldın. Ama bu yıl, sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin... Demir parmaklık dışında onüç yıl, ya da ona yakın bir şey, kırksekizinden altmışbirine dek, güzel bir yaşam. Onüç yıl, hatırı sayılır bir şey. Hapishane dışında öldün, bu da bir şey. Ama öldün. Bu düşünceye alıştıracağız kendimizi. İnsan Manzaraları'nı sensiz kafamızda canlandırmaya çalışacağız... Senin deyişinle, manzarayı, şu uçsuz bucaksız hayat'ı ağacın biri olmadan tasarlamaya uğraşacağız...
Sonra mezarlığa gitti Bob... Ann Taylor'un mezar taşını buldu. "Ann Taylor; 1910-1936" yazıyordu taşta...
İrkildi Bob... "Yirmi altısındayken ölmüş" diye geçirdi aklından, "Bak şu işe. Bayan Taylor... Ben senden üç yaş daha büyüğüm şimdi..."
Çok iyi hatırlıyorum bu anlatacağım olay 3 sene öncesiydi ve ben ayrımcılığın ne demek olduğunu, insanın nasıl bir varlık olduğunu, büyümenin gerçekten insanı küçülttüğünü net olarak 15 yaşında yeni öğrenmiştim...
Her gün olduğu gibi bir öğle vakti yemekhane sırasındaydık 6-7 kız arkadaş grubu. (İçlerinden bir ben kapalıyım) sıramız geldiğinde