Eskiden, eskiden Mahmut, yalnız Yeni Cami önünde altı yüz kuşu birkaç saat içinde havaya gökyüzüne salıvermiş, Eminönü alanını, İstanbul şehrini sevinçle, sevgiyle mutlulukla, dostlukla, bir acımanın güzelliğiyle doldurmuştu. Kuş salıvermenin, bir can kurtarmanın mutluluğuyla... Mahmut, bir kuş salıverip de, avucu boş kalan, uzun bir süre bıraktığı kuşun, yitip gidinceye kadar ardından bakan insanın yüzündeki çocukça sevgiyi, mutluluğu, güzelliği unutamıyor. Bazı çok yaşlı, beli bükülmüşler kuşlar avuçlarından uçup gidince sevinerek çocuklar gibi zıplayıp el çırparlardı, kuşun ardından da ağız dolusu bir sevinç kahkahası fırlatırlardı. Şimdi, şu İstanbul'da herhangi bir güzellik, iyilik, sevinç verecek bir olay üstüne böylesine ağız dolusu bir sevinçle gülecek bir kişi var mı?
«Dur Mahmut, sen de onlar gibi oluyorsun.» Var, var, tabii var, olmaz olur mu? İnsanlıktır bu... Kat kattır, en sağlam, en güzel mücevheri en alttadır, soydukça insanlığı, kabuğundan soydukça, bir kat, iki, üç, dört, beş kat, gittikçe aydınlanır insanlık, güzelleşir. Çirkin olan insanlığın en üst kabuğudur. Adam olan hem kendi kabuğunu, hem insanlığın kabuğunu durmadan soymağa çalışır. Soydukça ortalık aydınlanır, soydukça... «Dur, Mahmut dur.»
«Durmam,» diye bağırdı, «insanlara söz ettirmem. Olmaz. Bir yerlerde bir şeyler kalmıştır. Durmam, vardır. Parlıyordur. Biz onu bulamıyorsak gücümüz yoktur. O parlak ışığı göremiyorsak, gözümüz içimizin karanlığındadır.»
Umutların öldüğüne iyice inandığın bir anda insanlık, binbir yönden açan bir ışık-umut çiçeğiyle birden aydınlanıverir...