İlköğretim döneminde iken bir Türkçe öğretmenim şunu demişti: "Bir yazıya verilecek öncelikli kıymet onun yaşanmış bir olaydan yola çıkılarak yazılmasıdır. Yazacaksan yaşanmışı yaz, sen güzel ifade edemesen bile o yaşanmışlık yazıya kendi hissini verir."
Nazan Bekiroğlu Nar Ağacı'nı yaşanmışın üzerine kurmuş ve çıtayı da yükselterek olayların yaşandığı yerleri gezmiş ve özümsemiş. Bunu nereden anladım? Kitap Türkiye, Gürcistan ve İran üçgeninde geçiyor. Ve ben kitapta bahsedilen şehir ve mekânların Türkiye ve Gürcistan ayaklarını gezdim ve o mekânlarda bulundum. Ama kitabı okudukça acaba İran'daki mekânlarda da bulundum mu hissi çokça çıktı karşıma. Sanki Nazan Bekiroğlu gezdi, ben peşinden gezdim. Batum'da bir yer anlattı sanki kitaba değil de bana anlattı. Trabzon'da bir çay ocağında o sessizce çayını yudumlayıp tarihi seyrederken ben de çayımı karıştırıp onu seyrediyordum sanki. Çok kitap okudum ama bu hissi Nazan Bekiroğlu'nda yaşadım sadece.
Kitap; edebiyatı, tarihi, coğrafyayı, dini motifleri ve folklörü barındırıp akılda kalıcı notlar, hissi uzun süre kaybolmayan yaralar, gözyaşı, hüzün ve bolca yaşanmışlık ve merak bırakıyor. İnsanın hikâyesinden kaçıp gitme korkusunu ve dürtüsünü hissettiriyor her an. Bu korku da aslında bir nevi intihar değil mi? "Ben bu hikâyeden sessiz sedasız, nasıl çekip gideceğim?"
Nazan Bekiroğlu'nu ve Nar Ağacı'nı anlatmakla bitiremem. Kitabı da o kadar çok sevdim ki ne anlatsam eksik kalacak, ne yazsam kelimelerim çiğ olacak korkusu var üzerimde. O yüzden henüz okumamış olanlara tavsiyem, bu yaşanmışlığı yaşamak için geç kalmayın. Keyifli okumalar.