Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur
...Köyde romana benzeyen bir vaka cereyan ediyordu. Orada bir genç dul kadın evlenmek üzereydi. Nişanlısı Hasan adında Erzurum’dan gelmiş bir gençti. Çiftlikte çalışıyordu. Ben, bu dul kadını çok hayrete değer bir şahsiyet diye düşünüyordum. Anlaşıldığına göre, ev yakan, erkeklerin kalbini parçalayan bir kadındı. Bir yıl önce bir adamı
1915 yılı Nisan ayında İstanbul'daki Anadolulu Ermenilerin tehciri başladı. Ben zaten askerdim. Mayıs ayında memleketten mektup gelmedi. İki kez cevaplı telgraf çekildi, cevaplanmadı. Üçüncüsünde "Burada değiller, bilinmeyen bir yere yollandılar," diye cevaplandı. Dedem Melkon seksen sekiz yaşındaydı. Annem Nanik elli beş, çocuklarım, Nurhan altı, Maranik dört, Arahit iki, Haço dokuz aylık, karım Voğıda yirmi dokuz yaşında. Bunlar nasıl yürüdüler? Dedem Suazeg çeşmesine kadar gidemezdi. Gahmıhlı Kürt Temer gelmişti. Lusnikler'in, bizim kuzenin halasının çiftçisiydi. Ben bildim bileli onların evinin çiftçiliğini yapıyordu. Bizim kadar Ermenice bilir ve konuşurdu. Getirdiği habere göre, Ermenileri 4 Haziran'da köyden çıkartmışlar. Demişti ki, evlerinin kapılarını, kilise kapısı gibi öpmüş ve ayrılmışlar. Evinizde, sizden birisi ölse, siz de birlikte ölmez misiniz? Artık çalışabilir misiniz? İşlerinizi, içeri dışarı sürdürebilir misiniz?.. Ben askerdim, emir altındaydım. Bırakırlar mıydı ki oturayım? Akşama kadar ortada olmak zorundaydım. Ordunun askeri arabalarına ekmek saymak, öküzlerin yürüyüşüyle ekmek yetiştirmek durumundaydım. Haydarpaşa'daki sevkiyata, Çanakkale veya Anadolu cephesine giden askerlere, Kadıköy'deki, Kuzguncuk'taki depo alaylarına, Haydarpaşa Hastanesi'ne...
Reklam
İntisab
Fatih Sultan Mehmed Han, Istanbul'un fethinden sonra Şeyh'e bağlanmak ve ondan tasavvuf ahkâmını öğrenmek için ricada bulundu. Lakin Şeyh, onun bu isteğini kabul etmedi. Sultan ne kadar ısrar ettiyse de Şeyh fikrini degiştimedi. Sultan, "Sıradan bir kimseyi tek bir sözüyle halvete alıyorsun. Lakin bütün israrlarıma rağmen beni niçin kabul etmiyorsun?" diye sordu. Şeyh, "Halvette bir lezzet vardır ki, onun tadını alan, dünya işlerinden ve saltanattan el çeker. Hâlbuki senin böyle yapman, memleketin perişan olmasına sebep olur.O zaman sen de, ben de günaha gimiş oluruz. Padişaha lazım olan, güzel ahlak ve adaleti temin etmektir" dedi.
Bu düşünce Balkan Harbinde de hakimdi.
Ankaralı kadınlar beni görmeye geldiler. Ankara çok bölgeciydi ve az istisna ile, İstanbullulara “yabancılar” derlerdi. Ben onlara çok minnettarım, çünkü, ilk gününden itibaren Dr. Adnan’la beni de bağırlarına bastılar. Didar’ın hizmetçisi kahve getirdikten sonra, bir tanesi, dışarıda kimse olup olmadığını gözledikten sonra, hepsi birden etrafımı aldılar. Benim ne kadar can pahasına Millî Mücadele’ye atılmış olduğumu bilmekle beraber, dertlerini bana açmalarına çok içlendim. — Buraya bakın, biz de memleketimizin iyiliğini isteriz. Fakat niçin Ankara’da, İstanbul, İngilizlerin elindedir diye ümitsiz bir savaşa giriştik? Biz onları yenip dışarı atabilir miyiz? Ankara’nın yarısı Çanakkale’de şehit oldu. Ne faydasını gördük. Bırakın her yer kendi hesabına dövüşsün. Bu, bölgeciliğin tam ifadesiydi. Etrafımız, komşularımız sefalet içinde yaşarken kendimizin barış ve dirlik içinde yaşayabileceğimize inanmak ne yazık ki eski dünyanın bir düşünüşüydü. Fakat, Ankara kadınları bunu sırf kendi menfaatleri için söylemiyorlardı. O zamana kadar yapılan fedakârlıkların bir netice vermediğini görerek bu düşünceye varmışlardı. Ben, onlara bu savaşın şimdiye kadar görülmemiş derecede güç olacağını söyledikten sonra, nihayet muvaffak olacağımıza emin bulunduğumu da ekledim. Ben onları kandırmak için bunları söylemiyordum. Ben, kendim de ne kadar büyük fedakârlığa bağlı olduğunu bilmekle beraber bu savaşta muvaffak olacağımıza iman etmiştim.
Efendiler, ben, vatanın, öneri sahibiyle beraber bütün ulusun, hepimizin na­sıl bir felaket çıkmazı içinde bulunduğumuzu göz önüne getirerek, kurtuluş yo­lu olduğuna inandığım girişimleri, sonsuz zorluklara ve engellere rağmen, mad­di, manevi bütün varlığımla sonuca ulaştırmaya çalışırken, benim en yakın arka­daşlarım daha dün İstanbul'dan gelmiş ve dolayısıyla işin içyüzünü bilmeyen, saygı duyduğum ihtiyar bir adamın diliyle, bana kişisel işlerden söz ediyorlar.
Fener Rum Patrikhanesi Turgut Erenerolun Cenazesine Engel Çıkartması
Türk Ortodoks Patriği Dr. Turgut Erenerol 9 Mayıs 1991'de vefat eder. Cemaati azalan ve elinde ruhani kalmayan Türk Ortodoks Patrikhanesi, Turgut Erenerol'un dini törenini yönetmek üzere Fener Rum Patrikhanesi'nden ruhani talep eder ancak Fener Papazları Türk Ortodoksları ile çirkin bir pazarlığa girişirler. Selçuk Erenerol ruhani
Reklam
Kimselerin bilmediği şiirler yazdım ve her şeyi terkettim. Beni biçimleyecek, beni istemediğim gibi çizecek her şeyi. En sonunda Umman'ı da terketttim. Umman uzaklarda kalana kadar bırakıp gitmek hiç dokunmamıştı bana. Ondan önceki her şeyi unuttum, ondan sonraki her şeyi yok saydım. Şimdi İstanbul' a bakıp, semtlerde, sokaklarda onun izlerini ararım. Nerede oturur, nasıl yaşar, ne yapar bütün bir gün, merak ederim. Çoktan unutmuştur beni, hiç aklına gelmem. Ama bilmez ki bakıp da ona, "Bugün hava karlı olacak, dikkat etmeli," dedirten ışıkları yakan benim. Umman herkesin üstünde yaşadığımı, her gün birkaç kişinin benim ışıklarımı konuştuğunu bilmiyor. Artık bana dair hiçbir şeyi bilmiyor. Oysa ben bütün ışıklarda onu arıyorum
Nizâmülmülk'ü Sultan Melikşah'ın gözünden düşürmek isteyen Tâcülmülk, sultana giderek şöyle bir şikâyette bulunur: "Nizâmülmülk her yıl fakihlere, sûfilere, kârilere 300.000 dinar para veriyor, eğer bu para ile bir ordu teçhiz edilirse onunla İstanbul (Konstantiniye) surlarını bile fethetmek mümkündür." Sultan,
Sayfa 98 - Bu rakam başka kaynaklarda 600.000 dinar olarak nakledilmektedir (bk. Turtûşî, a.g.e., s. 345).Kitabı okuyor
Ben çok dertli adamım Koyver benim yakamı Senden bana hayır gelmez Güzel İstanbul.
Bir Fransız kumaş tüccarı İstanbul'a geliyor ve bir Osmanlı tüccarından külliyetli miktarda kumaş alımı yapıyor... Türk tüccar kumaş toplarını denklerken bir top kumaşı ayırıyor Fransız bunun sebebini sorduğunda o topun kusurlu olduğunu söylüyor. Fransız tüccar ise ziyanı olmadığını önemli olmadığını belirtiyor. "Osmanlı esnafı o kumaş topunu vermemekte yine de direniyor. Fransız'ın ısrar ettiğini görünce de durumu şöyle açıkladı: Benim malımın kusurlu olduğunu söyledim, bunu siz biliyorsunuz. Fakat onu kendi memleketinizde satarken, alıcılarınız kumaşın kusurlu olduğunu size söylediğimi ve uyardığımı bilmeyecekler. Böylece de ben bir bakıma sizin müşterilerinize kusurlu mal satmış olacağım. Neticede Osmanlı'nın gururu, şeref ve haysiyeti incinecek, Müslümanları hilekar zannedecekler. Onun için bu Saka topu asla size veremem."
Reklam
Şirket temsilcileri, Nuri Bey'in İstanbul'a yalnız gelmesini ve yanına bir komisyoncu almamasını talep ettiler. Nuri Bey, bu talebin altında yatan maksadı severek, "Ben, İstanbul'u bilmem, yanıma bir rehber alacağım." yanıtını verdi. Bunun üzerine Nuri Bey'in altı dil bilen Milaslı Emin Zeki adlı arkadaşıyla birlikte İstanbul'da yapılacak olan toplantıya katılmasına karar verildi. Tokatlıyan Oteli'nde yapılan toplantıda, Nuri Bey'in tercümanlığını Milaslı Emin Zeki Bey yaptı. Bir süre sonra ilk üç şirketin temsilcileri, toplantıdan çekilme kararı aldı. Görüşmelere, Çekoslovakya'nın Škoda Şirketiyle devam edildi. Sanayi ve Maadin Bankasının girişimleri sonucu Škoda Şirketiyle bir sözleşme imzalandı.
Sayfa 79 - ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ BAŞKANLIĞI YAYINLARIKitabı okudu
"Gani Müjde; 'Çok küçüktüm ve babam kendi koşulları içinde beni şımartmaya uğraşıyordu.. Bir bayram arifesi, galiba kendi takim elbisesini verip bana bir elbise yaptırmış. O bayram bana bir şey giydirebildiği için çok mutluydu ama ben elbiseden hiç hoşlanmamıştım. Ben bu çirkin şeyi giymem diye ağlamaya başladım. Babamın bana bakışını hiç unutamam. Galiba en fazla altı-yedi yaşındaydım. Birden hiç beklemediğim bir şey oldu ve babam bana hayatımda ilk ve son kez çok şiddetli bir tokat attı; çok gücenmişti bana. Aradan yıllar geçti. Şimdi İstanbul'un güzel manzaralı evlerinden birinde oturabiliyor ve istediğimi alabiliyorum. Babam öldükten sonra bir gün, babamın o bakışı geldi aklıma; keşke geri dönüp o sayfayı silebilsem, öyle isterdim ki.. ' "
“ — Şu İstanbul ne garip belde!.. İnsan, mü’min olmak için de, kâfir olmak için de burada her vasıtayı, her imkânı bulabilir. ”
Bugün e düşen kitap: EFELYA // Mehmet Binboğa Mühür Yayınları, İstanbul, Eylül 2020 ** " bir ilkokul bahçesidir gözlerin çocuklar teneffüste..." Şiirleri ve mizahi öyküleriyle tanıdığımız Mehmet Binboğa' nın ilk romanı Efelya, adından da anlaşılacağı üzere, modern zamanların gizemli ve düşsel bir aşk öyküsünü konu alıyor. Bir nevi çağdaş Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı' sını buluyorsunuz satırlar arasında. Gittikçe yalnızlaşan günümüz insanının, imkansız bir aşka sığınmasını destansı bir dille anlatmış Mehmet Binboğa. Yalın ve şiirsel dili, okuru sıkmayacak kadar uzun cümleler ve zaman zaman şiirlerle, zaman zaman ince bir mizahla bezediği sayfaları romanı daha da okunası kılıyor. Eskişehir ve İtalya betimlemeleriyle bir şehri ve bir ülkeyi okuruna ilk kez ya da yeniden gezdirerek, hem zamana hem de mekana rehberlik ediyor Mehmet Binboğa. Belli ki yayımlanmak üzere olan bu dizinin ikinci kitabı; "Şiirkentin Nar Çiçeği" ni de aynı ilgi ve heyecanla okuyacağım. Kitaptan notlar: "... Bana bak Ferhat, kafamı kızdırma; kalkar giderim! Yahu ben o kahvaltıları on yıldır hazırlamaktan bıktığım için sana aşık oldum; belki bu hayatta başka bir yaşam, başka bir ruh var sandım. Ne bileyim başka bir iklim mümkündür diye şiirlerinin peşinden sana kadar geldim. Bizim geleceğimiz yok anla artık ve "an" ı yaşa! Yok öyle kahvaltı sofraları, eşli dostlu misafirler, sanat edebiyat sohbetleri.. Unut sen bunları, öyle hayaller de kurma lütfen.. "
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.