" Tarihler, Koca Murat Gazi'nin vasiyetnamesinden uzun uzun söz ederler. Bu vasiyetnamede o, der ki:
«Ölünce, beni rahmetli oğlum Ali'nin yanına, lakin biraz uzakça gömün. Yerin altına bir kümbet yapıp onun da altına koymayın. Peygamberimizin sünneti üzere toprağa verin. Üzerime, ortası açık bir dört duvar çevirin ki toprağıma daima rahmet yağsın. Yalnız, hafızların Kur'an okuyacakları yerin üstü kapalı olsun. Benden sonra, soyumdan ölenleri yanıma gömmeyin. Eğer Bursa'dan başka bir yerde ölürsem, kabrime, cesedimi perşembe günü koyun»
(...)
Bursa, ne kadar uhrevi aleme yüzü dönük bir şehirse, Edirne de o kadar dünya işlerinin düzenlendiği bir konaktı. Orada en canlı hayat akıp gitmekteydi ve akıp gitmeliydi. Sultan Murat'ın o ünlü vasiyetnamesinden bir şey daha öğreniyoruz: Onun doksan beş bin akçeye aldığı, bir yanı delikli bir yakut yüzüğü vardır. «Ağırlığı bir miskalden ziyade tutar» Ganimet mallarıyle vakıflar yapmış, eline ne geçerse milletine harcamış, han demiş, köprü demiş, cami demiş. Ola ola, kendine, sırf kendi adına da bu yakut yüzüğü almış. Sonra ne diyor bu Koca Hünkar? «Bu yüzük, benim helal malımdır. Ben ölünce satın; verecekleri para tükeninceye kadar, kabrim üzerinde Kur'anı Kerim okutun, karşılığını bu helal malımın parasından ödeyin ... »
Yok, yok ... Bu bir hükümdar ağzına değil, garip bir derviş edasına daha yakın değil mi? Dünya hırslarından bu derece yıkanıp arınabilmek o kadar da kolay olmasa gerek! "
(...)