"Karabiber, MÖ beşinci yüzyılda Yunanistan'da biliniyordu. O zamanlarda yemek malzemesi olmak yerine, tıpta, çoğu kez zehirlenmeye karşı panzehir olarak kullanılıyordu."
Gerek Türk, gerek Amerikalı öğretmenlerimiz de çok “kaliteliydi” yeni deyişle. 1926’da TKP davasında mahkûm olan sevgili hocam Profesör Sadrettin Celâl Antel, hapisten çıktıktan sonra, bizim orta okul kısmında Yurt Bilgisi öğretmeni oldu. Erkek okullarında kadın öğretmenlerin durumu güç sanılır. Bana kalırsa, kız okullarında erkek öğretmenlerin durumudur asıl güç olan. Sadrettin Celâl’i çok sevmekle birlikte, ona sürekli takılırdık. Din konusunda ne düşündüğünü sezdiğimiz için, provokasyonlar yapar, görüşlerini açıklamaya zorlardık onu. Bir defasında heyecanla konuşurken kalemi elinden düşünce, çok sevimli ufak tefek bir kız olan Mevhibe, büyük bir korkuya kapılmışcasına ayağa fırladı, “Eyvah! Çarpılıyor! Eyvah!” diye bağırdı trajik bir sesle. Bütün sınıf kahkahayı basınca, Sadrettin Celâl de bizimle beraber güldü. O sıralarda çok ünlü bir şair sayılan Türk Edebiyatı öğretmenimiz Faruk Nafiz Çamlıbel’i pek adam yerine koymazdık. Duygusal şiirlerini alaya almanın yollarını bulurduk. Müdürü olduğu Galatasaray Lisesi’nin belâlı oğlanlarını sultası altında tutacak kadar sert bilinen tarih öğretmenimiz Behçet Bey bizi yıldıramazdı. Gözünün önünde, salt damarına basmak için, sınavlarda kopye çekenler vardı. Naylon henüz icat edilmediğinden, kopye kâğıdını, bacaklarının üst kısmına, saydam ipek çoraplarının altına koyarlardı. Zavallı Behçet Bey durumu anlar; ama yetişkin kızların eteğini kaldırıp çorabın içinden o kopye kâğıdını alamazdı. Bahçet Beyin damarına basmak hoş olmasına hoştu ama, ben bunu yapmazdım; çünkü hem kopye etmeyi çirkin bulurdum, hem de ipek çorap giymezdim.