Beni bu kitabı okumaya iten iki öğeden bahsetmek istiyorum. Ilki şükran yiğit'in bir akdeniz kedisinin hatıraları kitabında tanıdığım kalemiydi. Kitap hala favori listemin en tepelerinde. Döne döne okurum. İkincisiyse içinde olsamda adı geçtiğinde kalbimin hızla çarpmaya başladıgı Ankara. Bu iki öğe birleşince okumakta ayrı bir zevk verdi. Okumaya başladığım anda "kadının adı yok"umsu bir keyif almaya başladım. Mahalle kültürü- çocuk etrafında gelişen edebiyatı çok seviyorum. Güzel bir tercih oldu. Edebi yönü kuvvetli olmakla birlikte ufak tefek problemlerde vardı. Mesela ilk bölümü çok sevdim. Lakin bölümler arası geçişlerde tam odaklanamadım. Bir de mantıgini bir yana bırakıp tamamen kalp endeksli hareket eden, ölümü özleyen ve çağıran erkek tiplemelerinden pek hoşlanmıyorum. Kitabın baş karakteri ankara zannetmiştim, değilmiş. Aslında bir baş karakterin olduğunu söylemekte güç. Sonundan pek hoşlanmadım. Bir cok sey havada kaldı. Çok kopukluk var. Olay örgüsü ise orta düzeydeydi. Yine de dilinden ve anlatımından memnun kaldım.
Bir iz, bir işaret, bir koku, bir ses, bir tat, bilmediğim, hiç ama hiç bilmediğim ama varlığından emin olduğum ve görünce hemen o olduğunu anlayacağım bir şey arıyordum sanki.
"Cogito ergo sum" diyerek hayatımıza giren ve daha da pek çıkacağa benzemeyen Descartes "hayvanlar hissetmez" diyecek kadar ileri giderek, onların bir ruha sahip olmadıklarını ileri sürmüştür. Bu konuda tamamen farklı düşünen Hayrettin Poldo ise, hayatın aksiliklilerinden, mutsuzluklarından kaçmak için "kedilerin ve müziğin" en münasip yol olacağını söyleyen Albert Schweitzer'e daha yakın bir "duruşu" benimseyerek uzun uzun düşünmüş ve nihayet yağmurlu bir kış akşamında, tıpkı Schweit zer gibi , batılı ahlak felsefesinin doğaya bakışının 17.yüzyıl Fransız düşünürü Rene Descartes'ın etkisiyle giderek bozulduğu sonucuna varmıştır.