316 syf.
9/10 puan verdi
Paraşkevparuşev Tarihçiler bir çok liderin hayatını yazmıştır. Bunların birçoğu general olan vizyoner liderlerdir. Atatürk'ü Napolyondan, washingtondan, pattondan, iskenderden, hannibal ve diğerlerinden ayıran bazı özellikler vardır. Birçoğu halkın tam desteği ve maddi manevi büyük güçleri arkasına alarak bişeyler yapmıştır. O ise
Demokrat Diktatör Atatürk
Demokrat Diktatör AtatürkParaşkev Paruşev · Etkin Yayınları · 201148 okunma
344 syf.
·
Puan vermedi
·
4 günde okudu
Kitaba önyargılı mı başladım? -Evet, önyargılı başladım. Kitabı okurken rahatsız etti mi? -Zaman zaman. Atatürk ilke değerlerini benimsemiş, tek önderim ve ebedi liderim Gazi olmasına rağmen, Onun da bizler gibi ölümlü bir fani ve bir insan olduğunu unutmamak gerekir. Atamı çok sevmeme, çok saygı duymama rağmen putlaştırmadığım için oldukça objektif okumaya çalıştım. Çok zorba bir diktatör, özel hayat tutkusuna gem vuramamış bir zat olarak gösterilmesi beni çok rahatsız etse de, askeri dehası, devrimci kişiliği de göz ardında bırakılmamış. Özel hayata oldukça fazla değinilmiş olması, kitabın objektifliğini sarssa da, yabancı bir subay gözünden Atamızı okuduğumuzu da unutmamız gerekir.
Bozkurt
BozkurtH. C. Armstrong · Darlion Yayınevi · 20221,410 okunma
Reklam
198 syf.
·
Puan vermedi
Üniversite öğrencisi bir kız olarak, öğrencisini taciz etmeyi insanlığa faydalı bir icatta bulunmuş gibi anlatan birinin kitabını okuduğum için kendimden utanıyorum. Ama amacım neden okunmaması gerektiği hakkında incelemede bulunurken, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamaktı. Nitekim o taciz ettiği kızın yerinde ben olsaydım, kitabını sadece
Dahi Diktatör
Dahi DiktatörCelal Şengör · Ka Kitap · 20173,622 okunma
Dahi diktatör :)
Atatürk bu milletin başlıca düşmanın yobazlar ve yobazlık gelenekleri olduğuna inanmıştı. Mizaçça demokrat, fakat milli varlığı kurtarmak için inkılâpları gerçekleştirme bakımından amansız, eğilip bükülmez bir savaşçı idi. Bir fert olarak kalsa ne yapacaksa, milli lider olarak yaptığı da o idi.
Hataları var dedik Atatürk’ün. Kendisinden sonra yerine kimin geçmesini istediğini sorduklarında “hiç kimseyi” demiş. Bu çok önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken bir cevap. Sonra, İzmir Suikastı teşebbüsünün ardından tasfiye edilen bazı arkadaşları var. Ayıcı Arif mesela. Gerekli miydi bu adamların katli, bilemiyorum. Yüz ellilikler mesela... Bir Adnan Adıvar’ı yurtdışına çıkarmak gerekli miydi? Her ne kadar kendi gittiyse de, kendini emniyette hissetmediği için gitti. Adnan Adıvar gibi bir adama bir emniyet hissi vermemek doğru muydu? Bunlar o günkü şartların gereği mi, bilmiyoruz. Adnan Adıvar’la aralarında ne geçti bilmiyoruz. Atatürk bir tehdit olarak mı gördü Adıvar’ı, hiç zannetmiyorum zira öyle bir adam değildi. Zeki Velidi’nin gitmesi şart mıydı? Ahmet Refik Altınay’ın tarih profesörlüğünden kovulması şart mıydı? Bunlar küçük şeyler gibi görünüyor ama belki de göründüğü kadar da küçük değiller. Her ihtilal kendi çocuklarını yer ya, bu olaylara da böyle mi bakmalıyız, bilemiyorum.
Bu ailenin yurtdışına gönderilmesi çok radikal bir adım. Çok ciddi sebepleri olması lazım. Atatürk’ün bu adımı çok da isteyerek attığını düşünmüyorum. O Lenin gibi hanedanı alçakça katlettirmedi. Atatürk bir cani değildi. Vatanını kaybetmiş bir insan olarak sürülmenin acısını da iyi biliyordu. Aynı acıyı Osmanlı ailesine tattırmayı çok istediğini sanmıyorum. “Ben bir memuru halife yapıyorum” diyebilirdi. Öyle yapmadı. Halifeliği sürdürme vazifesini hanedana bıraktı. Eminim ümidi, Osmanlı hanedanın bu yeni konumunu yeni toplum içine işlemek, bu konuda da sürekliliği bir şekilde sağlayarak toplumun geçmişiyle bir şekilde barışık olmasını da temin etmekti. Abdülmecit Efendi’nin akılsızlığı diyeyim ben, işi istenmeyen bir noktaya vardırdı.
Reklam
Ben şunu savunuyorum: Atatürk diktatördü. Buna hayır diyen tarih bilmiyor demektir. Ama hürriyeti öğretebilmek için bazen diktatörlük gereklidir. Sen bin sene hürriyeti hiç tecrübe etmemiş bir topluma hürriyeti bir tercih olarak takdim edemezsin. Hüsrana uğrarsın. Bugün dahi Türk toplumunun hür olmayı öğrendiğini zannetmiyorum. Siyasi tercihler bunu gösteriyor. Lider arıyor, çoban arıyor kendine insanımız. Halbuki Atatürk, bundan kurtulun diyor. “Ben size hiçbir ayet, hiçbir doktrin bırakmıyorum, kafanızı kullanın. Probleminize göre çözüm getirin.”
Dahi Diktatör
Ben şunu savunuyorum: Atatürk diktatördü. Buna hayır diyen tarih bilmiyor demektir. Ama hürriyeti öğrenebilmek için bazen diktatörlük gereklidir. Sen bin sene hürriyeti hiç tecrübe etmemiş bir topluma hürriyeti bir tercih olarak takdim edemezsin. Hüsrana uğrarsın. Bugün dahi Türk toplumunun hür olmayı öğrendiğini zannetmiyorum. Siyasi tercihler
Profesör Wilhelm Liepmann’ın hatıralarından...
Sosyal demokrat bir Alman olan Wilhelm Liepmann 1927 senesinde, Naziler iktidara gelmeden, Almanya’nın kötüye gittiğini fark edip İsviçre’ye yerleşir. Almanya dışında bir yerlerde iş ararken daha sonra, Atatürk’ün İstanbul Üniversitesi için yabancı hoca aradığını öğrenir ve Türkiye’ye gelir. Wilhelm Liepmann, Türkiye’de jinekolojinin kurucusudur. Oğlu Wolfgang Liepmann da babası üniversitede hocayken İstanbul Üniversite’sine başlar, bir müddet burada okuduktan sonra yurtdışına gider, tahsiline Almanya’da devam eder, ardından da Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eder ve dünyanın sayılı uçak mühendislerinden biri olur. Wolfgang Liepmann’ın hatıralarında mealen şöyle bir ifade var: “Her insanın hayatında bir çatallanma dönemi vardır, bizim ailedeki çatallanmanın başında da Çanakkale Savaşı vardır. Zira, Çanakkale Savaşı Mustafa Kemal’i yarattı, Mustafa Kemal de bizim aileyi kurtardı.” Liepmann’ın, Çanakkale Savaşı’nı ele alma sebebi ise, Çanakkale Savaşı’ndan önce Atatürk’ün göze batan bir başarısının olmamasıdır. Sürekli olarak problemleri görüp, bunları çözmek isteyen rahatsız bir insan var ama ele alabildiği bir şey yok ortada. Fakat Çanakkale Savaşı’nda Atatürk ilk defa kendini ispat etti ve savaş, hakkında, “olağanüstü bir komutan” gibi yorumlar yapılmasına vesile oldu.
Liderler nasıl ortaya çıkarlar? Kuşkusuz Atatürk de bir fanustan çıkmadı. Belirli şartlar Atatürk’ü kendini ortaya atmaya zorladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun peş peşe başına gelen felaketler üzerine Atatürk de bir subay olarak, hatta askeri öğrencilik yıllarından başlayarak “Ne yapabiliriz?” diye düşünmeye başlamıştır.
Reklam
Son döneminde kendisinden rahatsız olan Osmanlı, yalnızca şehirli kesimiyle değil köylüsüyle de bu rahatsızlığı yansıtıyordu. Köylünün rahatsızlığını, askere çağrıldığında askerden kaçmasından izleyebiliriz. Artık devletine inancını kaybettiğinden, devletin “yap” dediği bir şeyi yapmak istemiyor, devleti aldatmaya çabalıyor, vergisini vermemeye, çocuğunu askere göndermemeye çalışıyordu. Rahat olmadığını bu şekilde belirtiyordu, bunu başka türlü ifade edecek bir imkanı da yoktu, çünkü bilgisi ve görgüsü ancak böyle bir tepkiye imkan veriyordu. Teselli bulduğu tek şey din olduğundan hurafeye kapandı, kendi kendine yalan söyleyerek avunmaya çalıştı. Atatürk’ün bir asker olarak bütün bunları görmesi, köyden gelen, şehirden gelen pek çok gencin elinden geçmiş olması nedeniyle çok doğaldı. O bir piyadeydi ve dolayısıyla askeriyenin en kalabalık birliklerinin elinden geçtiği bir komutandı. Üstelik bu insanları, çok çeşitli yerlerde görmüştü: Kuzey Afrika’da, Arabistan Yarımadası’nda, Kafkasya’da, Çanakkale’de, Rumeli’de, Makedonya’da... Dolayısıyla Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’nun halk kesitlerini çok iyi tanıyan bir insandı.
Atatürk kendi toplumunu hasta olarak görüyordu. Haklıydı da, çünkü o dönemlerde “Bizim halimiz iyi değil” diyen herkes dışarı baktı, “Kendimizi içeriden nasıl düzeltiriz” merakı yoktu. Dışarı bakanlardan ilki gericilerdi. “Biz geriye giderek kendimizi tedavi edebiliriz. Biz çok eskiden toplumumuzun uyduğu ve mutlu olduğu zamanlardaki özelliklerini kaybettik, o döneme geri dönelim” dediler. Bunu diyen din yobazları, tarihi ya da dinin eski halini bilmiyorlardı. Bildikleri, hurafe ve efsanelerden ibarettir. Gerçek tarih hakkında herhangi bir fikirleri dâhi olmayan bu insanların dönmek istedikleri gerçek bir yer de yoktur.
Sonuç
Atatürk, doğa bilimlerinde en yaygın olarak kullanıldığını bildiğimiz ve onların temelini oluşturan bilimsel yöntemi, yaşamının tüm safha ve cephelerinde uygulamıştır. Kendisini bilim adamı diye vasıflandırmamın nedeni bu bilimsel yaklaşım tutkusudur. Hedefi, bu yaklaşımı tüm ulusuna öğretebilmekti. Bu nedenle, 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’da, halkına şu sözlerini tam bir güvenle söylemişti: Efendiler ve Ey Millet, İyi biliniz ki ,Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat (yollar), tarikat-ı medeniyettir (uygarlık yollarıdır). Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir. Kendisine saygısı olan bir insana bundan daha güzel bir söz söylenebilir mi?
Bilim, içerdiği ifadeler, gözlem raporlarını oluşturan ifadelerle yanlışlanabilecek düşünce sistemlerinin tamamına verilen addır. ... Atatürk, öncelikle, bilimin tezlerinin bireylerin keyfinden bağımsız olarak kontrol edilebilme özelliklerinin, onların günlük hayatta en nesnel, en doğru kılavuz olarak kabul edilmelerini gerektirdiğini görmüştür. Dikkat edilirse, Atatürk “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir, fendir” fendir” dememektedir. Buradan, Atatürk’ün bilimin hakikati tamamen bulmuş olduğunu sanmasa bile ona en çok yaklaşabilme potansiyelini içeren bir kılavuz olduğunu idrak ettiğini görüyoruz. Bu nedenle Atatürk bilim dışı, yani kontrolüne imkân olmayan tüm diğer yollara sapmayı, pek haklı olarak gaflet ve dalâlet, yani aymazlık ve sapkınlık olarak nitelemiştir.
... onu tarihteki resmî ünvanlı ilk diktatör Gaius Julius Caesar’dan (MÖ 100-44) beri tarihteki ekseri diğer diktatörlerden ayıran önemli bir özelliği vardı: Tüm düşüncelerini milletini temsil eden meclise öyle veya böyle kabul ettirdikten sonra uygulaması. Atatürk’ün meclisi sadece iki defa tehdit ettiği söylenir: Birincisi, Büyük Taarruz’dan evvel başkumandanlık görüşmeleri sürerken. Bu tehdidi de şu sözlerden ibarettir: “Orduyu başsız bırakmadım, bırakmıyorum, bırakmayacağım.” O zaman ülkenin içinde bulunduğu nazik durum ve meclisin takındığı tutum düşünülürse bu ifadeyi mazur görmek kolaydır. Diğeri de hilâfetin saltanattan ayrılması tartışmaları sürerken söylediği: “Bu iş olacaktır. Ama bu arada bazı kafalar da kopabilir” sözleridir. Bu, aslında dinsel anlamda dogmatik (yani dinin kuralları gereği) ve tarihsel kökleri olmayan bir birliktelik hakkında ülkenin kritik günlerinde yapılan sonu gelmeyen bilgisiz ve akılsız tartışmalar karşısındaki isyanını dile getirir. Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 gününü Türkiye’nin kaderini eline aldığı tarih olarak kabul edersek, ülkenin yönetiminin cansız parmaklarından kaydığı 10 Kasım 1938’e kadar 19 senede Atatürk hiçbir kararını altında milletin temsilcilerinin imzalarının da olmadığı bir bildiriyle ne milletine ne de dünyaya tebliğ etmiş veya uygulamaya koymuştur.
Resim