Yaşamı hissetmiyordum; değer yargılarıyla ilgili her kavramın dolaşımı, bende, kurumuş bir ırmaktı. Yaşam, bir nesne, bir biçim değildi bende; bir dizi mantık yürütmeydi yalnızca.
Şu dünya alem dedikleri gölgelikte, gerçek gerçek içinde; gölge gölge üstüneydi. Her şeyin, gelip geçici bir gölge olduğuna iman etti. Haklıydı Hazreti Mevlana, dünya bir ırmaktı, biz bu ırmaktan dışarıdaydık aslında ve ırmağa düşen sadece gölgemizdi. Bir ırmağın üstüne düşmüş gölgeleri bir bir seçti.
Ben kavrulmuş bir kadındım, içim dışım yaralarla doluydu; oğlunsa bana evlatlar, toprak va sağlık vereceğini umduğum azıcık suydu; ama öbürü karanlık bir ırmaktı, üstü dallarla kaplıydı, sazlarının hışırtısını, şarkısının mırıltısını getirirdi bana. Ben senin oğlunla, soğuk sudan bir oğlan cocuguna benzeyen senin oğlunla koşardım; öbürü bana yüzlerce kuş gönderir, yürümemi engellerdi; kuşlar bu zavallı, kurumuş kadının, alevlerin yaladığı kızın yaralarına buzlar koyarlardı.