Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur
Birer küçük bardak su ve kahve fincanlarının yanına birer güllü lokum koymuştu. Tam eski İstanbul işi. Ne Starbucks'ta bulunurdu bu, ne de House Cafe'de. İnsanlar niye bu güzel âdetleri bırakır da karton bardaklarda kahve içerler diye bir kez daha merak ettim. Hem de tadı yabancı bir kahve. Aslında nedeni belliydi. Dünyanın değişik yerlerinde yaşayan,birbirinden farklı özellikteki milyarlarca insan, aynı tür yiyecek ve içecekleri sevmeli, aynı tarz giysileri almalı, bunun için de aynı tarz bir hayat yaşamalıydı. Böylece uluslarüstü büyük firmalar, ürünlerini dünyanın her yerinde satabilirdi.. Belki de daha korkuncu, bu sistemin yerel kültürleri yok ediyor oluşuydu.
Kimsenin kalbi kırılmasın diye uğraştığından en çok kendini kırıyor insan ve dönüp baktığında aslında kendinden başkası yok etrafında... İnsan yalnız doğar ve yalnız yaşar, yalnızlık öğrenilecek bir şey değil ama öğretilen bir şey.
Sayfa 210Kitabı okudu
Reklam
Doruğa ulaşmasına çok az kalmıştı, tatmin neredeyse oradaydı ve o tatminin muhteşemliği içinde boğulmaya hazırdı. Clay incileri daha da derine itmeye başladığında Julia onun adını sayıklamaya başladı. Sonra, sadece birkaç saniye içinde, o puslu köşenin ucunda acı ve- rici bir şekilde sallanırken, kolyeyi çekerek içinden çıkardı. İnciler vücudunu
Sayfa 46
"Tarihi nasıl yaşayan bir şey haline getireceksin?" Bundan daha kolay bir soru olamazdı. "Tarihi yaşayan bir şey haline getirmeye gerek yok. Tarih zaten yaşayan bir şey. Tarih biziz. Siyasetçiler, krallar ve kraliçeler değil. Tarih herkestir. Her şeydir. Şu kahvedir. Kapitalizmin, imparatorluğun, köleliğin tarihini sadece kahveden söz ederek bile anlatabilirsiniz. Burada oturup kâğıt bardaklardan kahve yudumlayabilin diye dökülmüş kan ve çekilmiş sefalet akla ziyandır."
Sayfa 17 - Domingo Yayıncılık
sokağın hikayeleri Size de olur mu bilmem, bir evin önünden geçerken içerideki hayatı hayal edip, akşam sofrası mı olur, yemekten sonra karşılıklı içilen kahve mi olur gözünüzün önüne getirmek? Belki de dargındırlar; ayrı ayrı yemiş kös kös oturuyorlardır. Yahut çoluk çocuğu evden ayrılmış yaşlı bir karı kocadırlar. Günlerdir kapılarını çalan olmamıştır, hâlâ TV seyrederken biri örgü ören diğeri uyuklayan birkaç kişiden biridirler. California’da bir kafenin önünden geçerken bir masada oturan 60 yaşlarında kır saçlı, bakımlı, kafası yukarıda, kollarını öne çıkmış göğsünde birleştirmiş bir adamın karşısında sarışın bir kadının kucağına bakarak oturduğunu gördüm. Hemen yazdım hikâyeyi: Aralarında ciddi bir kırgınlık olan kız, babasını yıllardır görmüyordu. Adam onu ısrarla buluşmaya çağırdı. Kız saniyeleri sayarak oturuyor, boğazı düğüm düğüm olduğundan kahvesini bile içemiyordu. Biraz ilerleyince geriye dönüp tekrar baktım. Ne göreyim, arkadan 25-30 yaşlarında genç bir kız sandığım kişi adamın akranıymış. Göz göze geldik. (Adamın yüzüne bakmamak için etrafa bakıyordu. Çok mutsuz, umursamaz ve biraz da öfkeliydi.) Tabii ki hemen senaryoyu değiştirdim: Kadın adamı aldatmış ve terk etmişti. Adam kadının kabahatlerini tespit etmiş ve avantajlı bir boşanma davası açmıştı; onu konuşuyorlardı. Siz ne sanmıştınız, boş boş mu geziyoruz? Tek mesele şu ki yazmak çok vakit alıyor. Yoksa bizde ne hikayeler var, hepsi bir- birinden klişe. 22 Mart 2022
Tenha bir eylül bahçesinde Bir bardak konyak, kitap ve kahve Otururken dalmış kendi kendime, Güz rüzgârı geçiyor kitabımın içinden Ot kokan nefesiyle...
Reklam
Kahve bizi neden uyanık tutar ?
Uyku basıncını yönlendiren etkenin, beyinde bazı kimyasalların artarak birikmesi olduğu ileri sürülmüştür. Bunun en iyi delilini“adenozin"olarak bilinen molekülle görürüz. Hayvanlarla yapılan çalışmalar, uyanıklık sırasında adenozinin arttığını, beyni adenozine maruz bırakarak uykunun tetiklenebildigini göstermiştir. Çay ve kahvede bulunan kafein, uyanıklık ve tetikteliğimizin sürdürülmesinde çok etkilidir. Kafein, beyinde adenozinin varlığını algılayan mekanizmaları (adenozin reseptörlerini) engelleyerek etkisini gösterir; bir adenozin reseptör karşıtı olarak beynin, kendi yorgunluk derecesini algılamasını engeller.
Felsefi olarak "kim" ya da "ne" olduğumuz sorusunu cevaplamaktan oldukça uzak olsak da biyolojik olarak belki basit bir cevap verilebilirdi yakın zamana kadar. Derdik ki "öyle ya da böyle, insan; içinde kendisine ait 30 trilyon canlı hücrenin bir arada yaşadığı dev bir organizmadır" Ama son dönem bulgular bu kaçamak cevabı vermemizi de engellemektedir. Zira sinirbilim camiası ve biz sinirbilimciler yakın bir zamanda çok ilginç bir konuyla tanıştık: Mikrobiyota. Bu konuda yapılan çalışmalar, kim olduğumuz ve vücudumuzun kime ait olduğu sorularının çok daha farklı bir boyuta taşımaktadır. Tüm kitap boyunca ele almaya çalışacağımız asıl meselenin en özet halini sizinle paylaşalım o zaman. Nedir bu sinirbilim camiasını şaşkınlıkta bırakan ve beynin, insanlığın var olduğu günden beri süren saltanatına son verecek olan mikrobiyota? Baştan söyle- yelim, mesele biraz uzun. O nedenle isterseniz kendinize güzel bir çay ya da kahve koyun. Zira hikâyemize başlamak için hayatınızın en başına gitmemiz gerekiyor. Hayır, doğduğunuz günü kastetmiyorum. Daha da öncesine gideceğiz. Babanızdan gelen sperm hücresinin, annenizde yer alan yumurta ile birleştiği o garip başlangıca.
Ne garip bir durumdaydık. Bir taraftan Hilâfet Kuvvetleri halka musallat olmuştu. Bir tarafta Kilikya’da Fransız Kuvvetleri halkı öldürtüyor, diğer taraftan Yunanlılar etrafı yakıp yıkıyor, adam öldürüyordu. Nihayet, İstanbul’daki İtilâf Kuvvetleri de halkı eziyordu. Âdeta, Garb’ın, hakikat hâlde, Şark’a “Sopa Siyaseti” tatbik ettiklerini ve “Kahrolsun Türkler!” diye bağırdıklarını duyuyor gibiydim. Türklerin kendileri de aralarında boğuştukları için, milletin ateşle imtihanının en korkunç anlarını yaşıyorduk. Karargâh’ta da dıştan sakin görünmekle beraber, güç anlar yaşıyorduk. Ben, daima büromda tercüme ve makine ile meşguldüm. Bazan Mustafa Kemal Paşa gelir, bir kahve ısmarlar, azıcık otururdu. O günlerde, bütün enerjisiyle maksat uğruna çalışan dağınık kuvvetleri idare etmeye çalışıyordu. Aynı zamanda, ateşi vardı ve hastaydı. Bu günlerde Dr. Refik ile Dr. Adnan âdeta endişeyle etrafında dolaşır, onunla meşgul olurlardı.
"Güneşli bir günde buzlu kahve ve kitapçıdan daha iyi bir şey var mıydı? Yani, yağmurlu bir günde sıcak bir kahve ve kitapçı dışında."
Reklam
Bu düşünce Balkan Harbinde de hakimdi.
Ankaralı kadınlar beni görmeye geldiler. Ankara çok bölgeciydi ve az istisna ile, İstanbullulara “yabancılar” derlerdi. Ben onlara çok minnettarım, çünkü, ilk gününden itibaren Dr. Adnan’la beni de bağırlarına bastılar. Didar’ın hizmetçisi kahve getirdikten sonra, bir tanesi, dışarıda kimse olup olmadığını gözledikten sonra, hepsi birden etrafımı aldılar. Benim ne kadar can pahasına Millî Mücadele’ye atılmış olduğumu bilmekle beraber, dertlerini bana açmalarına çok içlendim. — Buraya bakın, biz de memleketimizin iyiliğini isteriz. Fakat niçin Ankara’da, İstanbul, İngilizlerin elindedir diye ümitsiz bir savaşa giriştik? Biz onları yenip dışarı atabilir miyiz? Ankara’nın yarısı Çanakkale’de şehit oldu. Ne faydasını gördük. Bırakın her yer kendi hesabına dövüşsün. Bu, bölgeciliğin tam ifadesiydi. Etrafımız, komşularımız sefalet içinde yaşarken kendimizin barış ve dirlik içinde yaşayabileceğimize inanmak ne yazık ki eski dünyanın bir düşünüşüydü. Fakat, Ankara kadınları bunu sırf kendi menfaatleri için söylemiyorlardı. O zamana kadar yapılan fedakârlıkların bir netice vermediğini görerek bu düşünceye varmışlardı. Ben, onlara bu savaşın şimdiye kadar görülmemiş derecede güç olacağını söyledikten sonra, nihayet muvaffak olacağımıza emin bulunduğumu da ekledim. Ben onları kandırmak için bunları söylemiyordum. Ben, kendim de ne kadar büyük fedakârlığa bağlı olduğunu bilmekle beraber bu savaşta muvaffak olacağımıza iman etmiştim.
Cade, eylemlerin sözlerden daha çok şey ifade etmesinin somutlaşmış haliydi. Benim için yeterince kahve yapmadığı için özür dileyecek değildi. Bunun yerine, beni iyi hissettireceğini bildiği için daha fazla kahve yapmış ve bana bir kupa bırakmıştı. Ve bir de Kızıl diye hitap ettiği bir post-it notu. Belki aptallık ediyordum ama bu tatlı gelmişti. Cade'den gelince, bu tatlıydı.
Sayfa 134 - Nemesis KitapKitabı okudu
Bir süre düşünme ve onu olduğu gibi kabul et. Ya oluruna bırak ya onu bırak. Onu bırakma, yeniden sevmek çok yorucu... Vaktin olursa kendine iyi bak.
İnsan, yalnız karımla yaşarım der ama bu laftır. Çok geçmeden türlü türlü kadınlar eve dolar. Kimdir bu kadınlar? Akraba desen değil, dadı desen değil; evde oturmasalar bile her gün yemek yemeye, kahve içmeye gelirler...İnsan böyle bir oteli üç yüz köylü ile nasıl geçindirir?
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.