Kendi hayatını sürdüren bir derviştir o, kimseye kendisi gibi yaşamasını öğütlemez ama kimseyi de kendi hayatına karıştırmaz.
Karısı ölmüştü, şimdi torunları var, haftada birkaç kez yoklamaya gelirler onu, gereksinimlerini karşılamaya çalışırlar, o da torunlarıyla konuşur, torunlarının çocuklarını ellerinden tutarak küçük çiçek bahçesinde gezindirir, belki onların henüz anlamaktan uzak bulunabilecekleri şeyleri anlatır:
Ben yaşlandım artık, ölümü bekliyorum, ölüm nedir biliyor musun? Önünde sonunda çalacağımız tek hakikat kapısı, bizi bir yaradan var, yaradanın emriyle gene kendisine dönüşümüzdür ölüm, bir daha ölmemek üzere dönüşümüzdür ona.
Nasıl döneceğiz ona, diye sorar çocuk.
Şu çiçekleri görüyor musun? Kurumuşlar. Bunların renk renk açıldığı mevsimi hatırlıyor musun? Şimdi yok işte onlar, ama sahiden yok mu?
Öyle mi oluyor, diye bakar çocuk.
Gününü değerlendirmeye bakacaksın, günün nasıl değerlenir, bak anlatayım: şimdi ömrünü bitmiş say, ömrün bitmiş de sen yalvarmış, yakarmışsın, sana gözyaşların için cabadan bir gün daha vermişler, işte şu anda da o bir tek son günün içinde bulunuyorsun, işte o son günde ne yapacaksan, her gün onu yapacaksın.
O zaman bu bahçede gezinmem ki, der çocuk.
Ne yaparsın ya?
Ağlarım...