Kendi yaşam tecrübelerini roman karakterlerine masalsı bir dille giydirebilen yazarlar benim için özel. Lübnan asıllı Amin Maalouf bu yazarlardan sadece bir tanesi. 1975’te Lübnan iç savaşı patladığında Beyrut’ta gazeteci olarak çalışıyordu. Taraf tutmayı reddettiği için atalarının dağ köyüne sığındı. Sonra da dedesi, amcaları ve pek çok diğerleri gibi o da ülkesini terk etti. Hâlen 1976’da mülteci olarak gittiği Paris’te yaşıyor. Bu yüzden belki de romanları iç savaş ve göç konularıyla harmanlanmış çok kültürlü, çok dilli ve çok inanışlı bir ortamın etrafında dönüyor. O; güzergâhlar, topraklar, kültürler, diller ve dinler arasındaki yolculukları anlatıyor okura. Bütün romanlarının apayrı yeri var bende kesin, ancak Tanios Kayası’nı ilk sıraya yerleştirdiğimden eminim. Kitabı bitirdiğimde yazarını için için kıskandığımı itiraf ediyorum. Bir insan nasıl bu kadar iyi yazabilir? Beni romandaki o karakter yapıp onun acısıyla nasıl bana acı çektirebilir? Nasıl bu mekândan/zamandan beni alıp o mekâna/zamana götürebilir? Sayısız kereler okudum Tanios Kayası’nı. Her okuyuşumda daha önce atlamış olduklarımla karşılaştım. Bazen çok iyi bildiğimiz şeyleri başkasından duymak iyi gelir. Tanios Kayası’ndaki şu cümle gibi: “Yürekten istediğin ve gerçekleştiğinde mutluluğa boğulacağın bir dileğin varsa, onu yerine getirmesi için Tanrı’ya yalvarırsın, ama emredemezsin.” (s.97)