Tam altı saat yağmur yedik. Ama biz hepimiz dağ adamlarıydık. Ovada söner de, dağa gelince parlarız. O dümdüz ovalar gözümüzü korkutur. Ama dağa gelince açılırız.
Sayfa 172Kitabı okudu
Belçikalı aşçı Lucien Olivier, teee 1860’larda Moskova’daki Hermitage restoranın sahibiydi. Bir salata türevi icat etti. Ahaliye parmaklarını yedirdi. Kapısında kuyruk oluyordu. Öyle lezzetliydi ki, şöhreti sınırları aştı, “Olivier salatası” adıyla dünyaya yayıldı. Bize 60 sene sonra ulaştı. Bolşevik devriminden kaçan Beyaz Ruslar, İstanbul’da
Reklam
Yavaş yavaş büyüyen çocuklardık Biz.!.... Ne içinde bilmem ne kadar kalsiyum olan meyveli yoğurtlardan yedik. Ne de süte katılan kakaolu toplardan tozlardan içtik. Yaşımıza göre büyüyüp serpildik biz, acele etmedik. Hormonsuz domatesi yiyen belki de son nesildik... Utangaç kızlardık biz, ilk adımı hiçbir zaman biz atmaz, kimseye yazmazdık.Bize yazılan biri olduğunda da hemen kızarıverirdi yanaklarımız. Peşimizden bir delikanlının geldiğini farkedersek konu komşu görecek diye ölüp ölüp dirilirdik. Adımlarımızı hızlandırır kalbimizin sesini boynumuzda duyardık. Bir mektup gönderirse biri bize elimiz titreye titreye okurduk yazılanları... Okul çıkışı dosdoğru evimize gelir kafelerde dolaşıp durmazdık. Zaten kafe bile yoktu çevremizde... Kan versek tertemiz çıkacak çocuklardık biz, uyusturucu kullanan ve bu yüzden ölen arkadaşımız olmadı hiç. Kollarımızda iğne izi yoktu ama parmağımıza iğne batırıp kankardeş olacak kadar güzel bir yüreğimiz vardı. Mahalleden yabancı biri geçse dik dik bakan delikanlı adamlardık biz. Kimse kimsenin kızkardeşine asılmazdı, mahalle namusu diye bir kavram vardı. Hiçbir arkadaşımız tecavüze uğrayıp hunharca öldürülmedi bizim. Sokaklar evimiz kadar güvenliydi... Postacılarımız vardı sonra bizim mektup dağıtan, selam veren, merak edilen. Bir de o günlerimiz var şimdi yüreğimizde, unutulmayan ve hep özlenen..... Alıntı
163 syf.
8/10 puan verdi
·
7 günde okudu
Kitap güzel başladı güzel devam etti ama sonundan çok emin olamadım. Tabii ki spoiler vermeyeceğim. Kitabı okurken en çok hoşuma giden şey ise kitabın kendi hayatımın geçtiği çevreyi anlatması. Kolej-kurtuluş-incesu buralarda biz de çok sene yedik bitirdik, çok şükür müptezel olmadık tabii :) Öyle aforizma falan kasma yok kitapta, neyse onu yazmış. Ayrıca küfür sevmeyen okuyucular çok bulaşmasın :)
Müptezeller
MüptezellerEmrah Serbes · İletişim Yayınları · 20167,6bin okunma
Doğal olarak hüznün öne çıktığı Çanakkale Savaşı kara mizah yönünden de oldukça zengindir. Ne var ki, bu algılama çok sağlam ve derin bir entelektüel birikim ve keskin bir zekanın ürünü olan metaforlar gerektirdiğinden edebiyatımızda ve tarihçiliğimizde hayli zayıftır. Çünkü kara mizah, var olan değerlerin doğru ya da yanlışlığını tartışmaz,
Alıntı
UBUNTU Günlerden bir gün, Afrika’da çalışan bir antropolog bir kabilenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir. Oyun basittir. Çocukları belirli bir yerde yan yana sıraya dizer ve açıklar. ‘Herkes karşıdaki ağaca kadar tüm gücüyle koşacak ve ağaca ilk ulaşan birinciliği kapacak. Ödülü ise yine o ağacın altındaki güzel meyveleri yemek olacak.’ Çocuklar oyuna hazır olunca, antropolog oyunu başlatır. İşte o ANda bütün çocuklar el ele tutuşur ve beraberce koşarlar. Hedef gösterilen ağacın altına beraber varırlar ve hep beraber meyveleri yemeye başlarlar. Antropolog şaşırır ve çocuklara neden böyle yaptıklarını sorar. Aldığı cevap hayli manidardır; “Biz “UBUNTU” yaptık: Yarışsaydık, aramızdan sadece bir kişi yarışı kazanacak ve birinci olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan bir kişi ödül meyveyi yiyebilir? Oysa biz ubuntu yaparak hepimiz yedik.” UBUNTU; bizim dilimizde “BEN, BİZ OLDUĞUMUZ ZAMAN ‘BEN’İM” demek. ‘ İşte BEN yerine BİZ diyebilmenin ne güzel bir örneğidir bize verilen, hem de çocuklar tarafından. Üzerinde durmaya, biraz kafa yormaya değmez mi sizce de?
Reklam
412 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
Yazar içinde yaşadığımız mavi bilye ye uzaydan bakıp 2,5 milyon öncesindeki insansı yaratıklardan başlayıp evrilmemizi ve günümüzdeki bizi anlatır. Ne yedik? ne içtik ? nasıl hayatta kaldık? Nerelerde yaşadık ? Homo sapiensin dışındaki diğer türlerimizin neden hayatta kalamadığını anlatır. Günümüzde çok basit gibi görünen bir iğne ve ipliğin
Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens
Hayvanlardan Tanrılara: SapiensYuval Noah Harari · Kolektif Kitap · 201936,3bin okunma
– Michael: Abi arkanda ayı var. – Hurley: Haa yedik biz de. – Michael: Abi hem de kutup ayısı. – Hurley: Güney Kutbu mu, Kuzey Kutbu mu? Ehiy ehiy. (Akabinde ayı Hurley’i yer.) Sonra Sawyer ve Jack, Kate için ince ince çekişiyorlar. Kız da ona öpücük, buna cilve hesabı, bunları hafiften idare ediyor. Sawyer da, Jack de Türk olsa; odunla, tuğlayla, sopayla yirmi defa girdilerdi birbirlerine. – Yengene sarkma olum. – Leen doktorum diye bana hava yapma, dalarım. Kız, ya benim olur ya kara toprağın. Jack doktor ya, Türk olsa adada yarım gün doktorluk yapıp öğleden sonra kendine sazdan, bambudan yaptığı muayenehanede çalışırdı. Bir de ufak tefek operasyon yaparak adadakilerden bıçak parası alırdı. Adanın her tarafında iplere asılı çamaşır, çorap ipleri olurdu. Her sahili, bir kişi gecekonduyla kapatırdı, kimse giremezdi o sahile. Bu Jin’le Sun var ya, adada kaldıkları süre boyunca kimseye Koreli olduklarını anlatamazlardı bir türlü. Gözü çekikse bizim için Japondur arkadaş. – Leen Capon. – Ben Koreliyim, Kore, Kore. – Ya Capon, len sende göz kapağı yok ya, çapak da olmuyordur sende, ehi ehi.
Peki, biz o PİSLİKLERİ niye yedik!
Bir çiftlik sahibi kâhyasıyla birlikte kasabaya inmeye karar vermiş. At arabasını hazırladıktan sonra yola koyulmuşlar. Yolculuk sırasında kâhyasıyla eğlenmek isteyen çiftlik sahibi “Kâhya, bu arabayı sana satayım” demiş. Kâhya “Ağam, bende bu arabayı alacak para ne gezer!” dediğinde, çiftlik sahibi arabayı toprak yoldaki bir inek pisliğinin yanında durdurup “Bunları yersen bu araba, atıyla birlikte senin” demiş. Kâhya arabadan inerek önce yerdeki inek tezeğine, sonra arabaya bakmış. At arabası gerçekten o zamanın güzel ve değerli arabalarından biriymiş. Atın ve arabanın güzelliğine daha fazla dayanamayan kâhya, yere çömelerek inek pisliğini sonuna kadar yemiş.” “Atı ve arabayı kâhyaya veren çiftlik sahibi, kasaba dan dönerken pişmanlık duyarak “Ya kâhya!. Ben yanlış bir iş yaptım. Sen bana bu arabayı geri sat” demiş. Yediği pislikten içi dışına çıkan ve hâlâ midesi bulanmakta olan kâhya, arabayı bir başka inek pisliğinin yanında durdurarak “Ancak aldığım fiyata satarım. Arabayı geri almak istiyorsan, işte bedeli orada duruyor” demiş. Çiftlik sahibi de önce yerdeki pisliğe ve daha sonra uzun uzun arabasına baktıktan sonra, yere çömelerek inek pisliğini yemeye başlamış.” Çiftliğe döndükleri zaman, kâhya önce at arabasına ve daha sonra çiftlik sahibine bakarak “Ya ağam! Biz çiftlikten ayrılırken senin bir araban vardı ve benim hiçbir şeyim yoktu. Şimdi çiftliğe geri döndük. Senin yine sadece bir araban var ve benim yine hiç bir şeyim yok” dedikten sonra düşünceli gözlerle “Peki, biz o PİSLİKLERİ niye yedik” demiş…
219 syf.
6/10 puan verdi
Fakir Baykurt'un, yurdum insanını anlatan, bir kısmını kendisinin oluşturduğu, bir kısmını ise halktan duyduğu şekilde yazdığı 55 kısa öyküden oluşan bir kitabı. Giriş kısmında kitapla ilgili açıklamaların bulunduğu 'Bu Öyküler Üzerine' isimli yazı kaleme almış Baykurt. Bu kısımda -yazarla aynı fikirde olduğum için sanıyorum- dikkatimi çeken
On Binlerce Kağnı
On Binlerce KağnıFakir Baykurt · Literatür Yayıncılık · 2015264 okunma
873 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.